ACIYI ANLATABİLMEK

 

6 Şubat sabahı sosyal medyadan öğrendim felaketi. Ancak facianın boyutlarını öğrenmem bir-iki günümü aldı. Zannedersem deprem bölgesi dışındaki pek çok insan için de durum farklı olmamıştır.

 

Şimdi kurmaktan çok övündüğüm cümlelerim çok anlamsız görünüyor bana. Bu yazıyı tamama erdirebilirsem tam bir acizlik itirafı olarak kayıtlara düşmüş olacak. Her hikâyenin bir evveli bir de ahiri var. Konuya evvel zamandan başlamam lazım belki de…

 

17 Ağustos'ta 1999’dan çok kısa bir süre önce iş bulduğum için İstanbul’a taşındım. 17 Ağustos’da evim tamamen yıkıldı. Evimin konumunun çok eskiden bir bataklık olduğu konuşulurdu ve depremden sonra da zemin kattaki otomobil tamirhanesinin içeride yer açılsın diye kolon kestiğini öğrendim. Evin bulunduğu caddeden yüklü bir kamyon geçti mi salondaki vitrinin camları zangırdardı. Yani yıkım bir sürpriz değildi. Komşularım hayatını kaybetti. Depremden sonra senelerce yaşadığım mahallemi tanıyamadım. 

 

Komşumun annesi depremde vefat etti ve enkazdan çıkarken bir kolunu kaybeden oğluyla konuşurken hayatımın en zor anlarından birini yaşadım. Arkadaşlarım vefat etti. Öyle hallaç pamuğu gibi dağıldık ki sağ olan arkadaşlarımla da yıllarca görüşemedik veya hakkındaki haberlere çok çok uzun zaman sonra ulaşabildim, hatta kimileri hakkında hâlâ haber sahibi değilim. Buna karşılık deprem bir tema olarak şiirime yaklaşık 10-15 sene sonra sızmaya başladı. 17 Ağustos’un acısını anlatabildim mi? Bence hayır. Acının bizzat kendisini anlatamadım. Anlatmak, anlatabildiğimi iddia etmek en hafif ifadesiyle gayri samimi bir tutum olur. Peki, acılar hiç mi konu edinilmez. Bir bence hayırı da buraya eklemek durumundayım. Acılar değil acının bıraktığı etki anlatılabilir. İnsan kendi başına gelen acıyı bile acının bizzat kendisi olarak değil acının etkileri üzerinden anlatabilir. Çünkü “acı” kelimelerin acz içinde olduğu bir şok durumudur. Bu yüzden anlatılamaz. Bir acz hâlidir, acı çeken insanın hâli. Halbuki “etkiler” nispeten daha dolaylıdır ve üç aşağı beş yukarı “söze gelebilme” ihtimalini barındırır. Ayrıca her edebiyatçının kendine mahsus bir “iç-demlenme” hâli vardır ve bir eser ortaya koyması farklı zaman dilimlerinin geçmesini gerektirir. Biliyorum anlık tepkiler üstünden ilerleyen sosyal medya çağında kuracağım cümle çok arkaik ve hatta anakronik görünecek ama söylemek zorundayım. Bazen anlamlı tek cümle için yıllar boyu susmak gerekir. Bir fabrikanın üretim hattı gibi planlanmaz edebi metinler. Her eserin kendi zamanı ve kaderi vardır.

 

Gelelim sözün ahirine ve sadedine. 17 Ağustos 1999 ile 6 Şubat 2023’ü iki sebeple karşılaştırmak istemem. Birincisi ateş düştüğü yeri yakıyor. İkincisi de 17 Ağustos 1999’un kat kat üstünde bir afet ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla ben de yaşadım, biliyorum diye ahkâm kesebileceğim bir konu değil afet.

 

Kahramanmaraş, beni edebiyatçı kimliğimle en çok misafir eden şehir. Hasbelkader 2022’de iki kez şehre misafir olabildim. Hatta zamanlama uymadığı için üçüncü bir daveti de reddetmek zorunda kaldım. Şimdi en son gittiğimde oturduğum sahafı düşünüyorum mesela. Konuşabilecek, cümle kurabilecek durumda değilim.

 

Kahramanmaraş, yeniden ayağa kalkacak güce ve kültüre sahip. Binlerce yıldır devam eden bir yerleşim birimi olarak Maraş; daha güzel, daha insani, daha dirençli bir şekilde ayağa kalkabilir. Yeter ki bugünün muhasebesi artısıyla eksisiyle iyi yapılabilsin. 6 Şubat 2023 Depremi, sadece deprem bölgesini ilgilendiren bir facia değil. Aksi takdirde hemen hemen her şehrimizi beklediğini bildiğimiz, bildiğimiz için de hepimizin sorumluluk hanesine yazılması gereken afet tehlikesi, bir potansiyel risk olmaktan çıkacak ve “vahim olan vuku buldu” sözüyle tecelli edecek maalesef.

 

Suavi Kemal Yazgıç

 

Evelahir Sayı-15