ALİ DEMİRDÖĞEN: KALBİN KALBE TESİRİ VARDIR

 

Okul yıllarında hareketliliğiyle öğretmenlerin dikkatini çeken Ali Demirdöğen, otuz yıl boyunca Kahramanmaraş’ta yaptığı imam-hatiplik görevi sırasında da sosyal yardımlaşma faaliyetleri gibi birçok girişim ve organizasyonun içinde bulundu. Ona Kahramanmaraş’ı sorduk.

 

Öncelikle sizi tanımak istiyoruz. Ali Demirdöğen kimdir?

 

Şimdi ben Maraş’ın Türkoğlu ilçesine bağlı Yeşilyöre köyünde doğdum. İlkokulu köyümde okudum. Babam okumam için çırpınırdı. 6 yaş okula başlama yaşı değildi o yıllarda. Ama beni başlattılar. İlkokulu Yeşilyöre köyünde çok zor şartlarda bitirdim. Neden? Eski Maraş’ı anlatayım biraz. Okula gidiyoruz, öğretmen yok, eğitmen var. Bir sınıfta 1.,2.,3. sınıflar var, böyle hol gibi bir şey sınıf. İkinci bir sınıfta 4. ve 5. sınıflar var. Bu şartlarda zaten kalorifer, doğalgaz mümkün değil, yoktu, kaloriferi bilen yoktu. Odunları evimizden götürüp sobayı biz yakarız okulda, biz toparlarız. Öğretmenler, öğrenciler gelmeden… Benim evim okuluma yakındı, 10 dakika içerisinde çok rahat ulaşıyordum okula. Ama 3-4 kilometre öteden gelen arkadaşlarım vardı. Ama bize o günün öğretmenleri, -şimdikiler de öyledir- iyi bir ruh verdiler. Okuma ruhu, insanlığa hizmet ruhu…

 

Eğitimin en önemli amacı bu değil mi hocam? Öğrenciye o ruhu aşılayabilmek…

 

En önemlisi bu. Şimdi ben işte okulu bitireyim, vazife alayım, kravat takayım, takım elbise giyeyim falan filan gezeyim dolaşayım. Bunlar iş değil. Parayı her yerde kazanabiliriz. Domates satarsın. Para kazanırsın ama bu iş değil. Sadece para kazanmak iş değil. Çünkü çok para kazanan insanlar da -ben gördümzaman zaman kaybettiler. Kaybedince de -ruh olmayınca- intihara kalkıştılar. Para kazanılır, kaybedilir, tekrar kazanılır. Önemli olan imanımıza sahip olalım, Allah imanımıza bir kriz vermesin. Evet, ilkokulu bitirdikten sonra… O zamanlar köyümde Kur’an öğretecek kimse yoktu. Köyümüzde yaşlı bir imam vardı. O, bizi götürür tarlasının kenarına, kendisi nohutlarını yolar, mercimeğini yolar, bize de çalışın oğlum çalışın derdi. Böyle bir hayat… Sonra Türkoğlu ilçesinde bir hocamız vardı. Baya da iyiydi durumu; okumuş, genel kültür falan. Beni babam oraya götürdü. Mesafe ne kadar biliyor musunuz?

8 kilometre… Her gün 8 km. git, 8 km. gel. Yürüyordum… Kamyon yok, yolda yolakta bir traktör denk gelse de binsek derdik. Bir de korkarsın, sabah namazını kılar, öyle yola çıkarsın. Şöyle de bir durum vardı. Benim anam -Allah rahmet eylesin- tam bir Osmanlı insanıydı. Gece erkenden kalkar, saat 3 gibi filan ocağa çorbayı koyardı. Odun ateşine… Kendi çekilir, namaz kılar, tespih çeker, fıs fıs fıs ne yapıyor bu dersin. Ezan okunur okunmaz hepimizi kaldırırdı. Çorba hazırlanır. Ağaç kaşıklarda çorba içeriz. Ondan sonra da görev taksimi yapardı. İşte davarımız vardı. Ona da geleceğim. 1958’de ilkokulu bitirdim. 59-60 ve 61’de Türkoğlu’na gittim gittim geldim. Okumaya. Sonra beni okutan hocanın oğlu Arabistan’a gitmişti. Bir de müftü geldi oraya. Allah rahmet eylesin, iki sene önce öldü müftü Fikri Tuna. Şimdi hatırladım, bir de kitabı var. O iyi bir hocaydı. O da Arabistan ve Mısır’da okumuş. Öyle bir hocaydı. O bizi yönlendirdi. “Evladım buralarda bir şey olmaz” dedi. Yoktu yani 1960’larda 61-62’de… Babam konuyu duymuş, beni göndermek istedi Arabistan’a. Köyde durumumuz iyiydi. Kamyon vardı, davar vardı, tarla vardı, demirci dükkânı vardı. Babam “Ben” dedi “bu davarları satacağım.” Komşular, akrabalar, dayılarım falan “Niye?” dediler. Dedi “Çocuklarımı okutacağım.” Kızdılar ya! Deli misin dediler. Babam da dedi ki “Ben kazanacağım!” Ve sattı davarları, 120 tane davar. Bunları yazmaya gerek yok ta geçmişte oldu. Gönderdi beni. Kaçıp buralardan gittik üç arkadaşla.

 

Bağdat’ta da bir okuma serüveniniz olmuş hocam.

 

Gittim. Var, orada da var. Anlatacağım onları da. Şimdi gittik, Suriye’de dil bilmiyoruz, diş bilmiyoruz. Orada da aynen bizim vakıf gibi bir teşkilat vardı. Böyle öğrencileri okutan. Türkiye’den, Balkanlardan, Orta Asya’dan gelen arkadaşlarımız, böyle medrese derler oraya, kayıt oluyorlar. Ben de kaydoldum. Okumaya başladık. Ama çok da zorlandım. Şimdi oranın şartları da iyi değildi. Bizim şartlarımız da iyi değildi. Bir mektup yazarız, bir ayda zor gider mektup.

 

Hocam annem ve babam Osmanlı insanıydı dediniz ya… Benim annem de ümmi bir kadındı. Yani şifahi kültür, sözlü kültür dediğimiz olay Maraş’ta çok fazla…

 

Benim babamın üç amcası varmış, üçü de Yemen’e gitmiş. Birisi orada savaştığı cephede şehit düşmüş. İkisi geri dönmüş. Bana göre filozoftu onların her ikisi de. Hiç boş laf konuştuklarını görmedim, duymadım. Hatta zaman zaman “Allah bizlere de şefaatini nail etsin, kardeşim gözümün önünde öldü. Bir bardak su veremedim. Yemen çok çok büyük felaket bizim için. Osmanlı askeri Yemen’de tüfeğini sattı, ekmek, su parası yaptı.” derlerdi. Dayım da Yemen’e gitmiş, Hindistan’a gitmiş, iki cephede de savaşmış.

 

Dayımla çok konuştum ben. Mesela Yusuf suresi var, Yusuf (as)’ı anlatan, ibret dolu bir şeydir. Onu anlatırdı, ben dinlerdim. Konuşurken de “Anadığ yeğenim” derdi. “Anladım dayı” derdim. Anamın babası olmayınca dayım büyütmüş anamı. Dayım çok tarihi bir insandı. Herkes de severdi. Hasan Çavuş deyince herkes hatırını sayardı. Yani oranın hâkimi, muhafızı… Onlardan güzel şeyler öğrenmiş anam. Mesela bize en çok tavsiyeleri nedir? Oğlum kimseyi incitmeyin, yalan söylemeyin, hırsızlık yapmayın, zulmetmeyin, bu gibi şeyleri anam öğretti bize. Ona çok dua ediyorum. Zalimlerden başka kimseye düşmanlığımız olmaz bizim. Yaylaya giderdik mesela. Yaz günlerinde Mayıs aylarında falan davarları bir müddet yayarız, ondan sonra eve getiririz; sütlerini sağarlar, oğlaklarını emzirirler. Ondan sonra sularını içirirler. Öğlenden sonra tekrar götürürsün. “Aman ha! Oğlum kimsenin bağına girmesin davarımız.” Niye! “Oradan yaprak, ot, mercimek yerler, şunu yerler, bunu yerler, onun sütü bize haram olur” derdi anam.

 

Haram ateş gibi yakar insanı. Bu hassasiyeti gösteren annem, üniversite okumamış, ilkokula da gitmemiş. İşte ana bu bize. Bizim analarımız ne yapardı biliyor musunuz? Babalarımız akşam eve geleceği zaman kapıda beklerlerdi. Nezaketten bu, anlayış bu. Hem de en güzel hâliyle, en güzel diliyle, en güzel sözleriyle… Allah lütfetti ben okudum, benden sonra bir kardeşim daha okudu. Oğullarımız var. Şunu diyeceğim: Babam kazandı. Niye? Her gün hiç olmazsa bir Yasin okuyoruz babamıza, anamıza o yüzden. Suriye’den sonra Kahire’ye gittim. Ben oradan pasaport aldım. El Ezher Üniversitesi vardı. İslam ülkelerinden gelen talebeler oraya kaydolurdu. Ben de kaydoldum. Toplamda 8 yıl yurtdışında bulundum.

 

Oradayken Maraş’a ait özlediğiniz şeyler var mıydı?

 

Tabii ki… Sabahleyin ilk işimiz yurdun kapısında satılan gazeteyi almak olurdu. Gazetelere şöyle bir göz atardık. Derse gitmeden. Kahvaltı ederken de acaba Türkiye’den haber var mı? Buna bakardık. Varsa sevinirdik. Bir gün çok eski Dış İşleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil Kahire’ye geldi. Hava alanında karşıladık onu. Orada Arapça bir metin yazdık. “Yaşasın Arap-Türk dostluğu!” diye. Orada Türk bayrağını görünce, arkadaşlarımız, ben yani o kadar duygulandık ki! Yazıyı görünce bakan da çok duygulandı. Çok önemli şeyler bunlar… Yani o bayrağı gördüğüm zaman sanki ben, kanatlanıp uçuyordum sevincimden. Bizim bayrağımızdan daha güzeli yok derdim. Bir milletin hafızası hakikaten o millet için emek vermiş, hizmet etmiş, kendini yetiştirmiş ve geliştirmiş insanların varlığıdır… En iyi yol, kendimizi yetiştirmektir. Türkiye’nin iyi okumuş, iyi yetişmiş, dünyayı tahlil edebilen, yorumlayabilen insanlara ihtiyacı var. Bir de güzel ahlak!

 

En büyük sermayemiz. Anlatılmayacak çok şey var. 1970-71’de Türkiye’ye döndüm, Maraş’a geldim. Ama en çok özlediğim neydi biliyor musun oralarda? Bizim bağımız vardı. 100 dönüme yakın bağ… Başında bir bahçe vardı. Suyu vardı. O bağa giderdik, üzüm keserdik, o fıstık, incir, ceviz ağaçları… Onlara çıkardık, toplayıp yerdik. Kardeşlerim vardı. İşte biz böyle oynardık arkadaşlarımla, kardeşlerimle, koşuşurduk hatta birbirimizi çevirerek fırlatırdık falan, o çok zevk verirdi bize. O oyunları çok özlerdim.

 

Hangi oyunları oynardınız?

 

Deveme derler bilir misin? Demirciler Çarşısında çok yapılır o. Onu çok oynardık. Bir gün onu oynarken fırlatıyorum, komşu çocuğun ayağını delmiş, yaralamış. Anacağızım koştu geldi. Ayağını yıkadı güzelce, yağ sürdü, sardı falan, bir doktor gibi tedavi etti. Uzun zaman sonra sanıyorum 2012’de köyüme gitmiştim. O arkadaş, beni görünce koşa koşa geldi. Kucakladı beni. “Devemeyle ayağıma vurduydun. Anan da benim ayağımı sardıydı. Gel kucaklaşalım da helalleşelim seninle” dedi. Yani kucaklaştık öyle, çok da duygulu oldu.

 

Çalışma hayatınız…

 

6 sene Sütçü İmam Lisesinin karşısındaki camide çalıştım. 81’de Çarşıbaşı Camii’ne geldim. Tam 30 sene burada görev yaptım.

 

İmam olduğunuz için, her gün halkla iç içeydiniz. Maraşlıyı size sormak istiyoruz.

 

Önce Maraş’ı söyleyelim. Maraş’ı manşet yapacak cümle şu: Maraş yaşanacak bir yer. Yaşanacak bir il. Niye? Şu anda Kapıçam’dan girin, Kılavuzlu’ya kadar yürüyün, hiçbir sıkıntı olmaz. Eğer kendimize yanlış yapmıyorsak, hiç kimse bizi rahatsız etmez. Bunu görüyorum ben. Niye? Benim evim öğretmenevlerindeydi. 20 sene oradan Çarşıbaşı’na geldim gittim. Yatsı veya sabah namazında da…

 

Yolda sarhoşlarla, psikopatlarla, delilerle karşılaştım, hırsızlarla karşılaştım. Mesela bir tanesini anlatayım ben size. Kasaplar Çarşısı’ndan geçerdim. Maraş’ın kabadayıları, ben oradan geçerken içki bardaklarını saklarlardı. “Selamünaleyküm” derim eğilirim, öyle geçerim. Birisi demiş ki “Bu hoca bizi takip ediyor. Bir hürmet edelim şuna, -onlar öyle konuşurlar-, yani bir dövelim şunu.” İçlerinde Cinli Zeki vardı. Cinli Zeki ona cevap vermiş: “Ya bizi adamdan sayıyor selam veriyor. Başka adamdan sayan var mı bizi.” Cinli Zeki namlıydı. Esnaf bunu görünce dükkânının içine çekilirdi.

 

O zaman Maraş insanı keşfedilecek bir insandır diyebilir miyiz?

 

Tabii tabii. Dışarıdan sert görünen ama içerisinde merhamet bulunduran bir insan… Maraş’ın beşeri durumu çok iyi, Maraşlı güler yüz görürse sizden, 2 kat güler yüz gösterir. Saygılı…

 

Eski Maraş’la şimdiki Maraş arasında fark var mı?

 

Kültür açısından olabilir. İnsanın insana yaklaşması açısından olabilir. Çocukken amcalarımla, dayılarımla daha iç içeydik. Bakın şeriat güzeldir. O güzel bir edeptir. Tâbii medenilik ne demek? Medine’nin ismi İslam’dan önce Yesrib’tir. Ne ile medenileşti Yesrib? Din ile. Eskiden köyde din hizmetleri çok zayıf idi. Yoktu yani, şehir gibi değildi. Şehir insanı Maraş’ta daha iyiydi. Ben tatillerde gelirdim. Hayran olurdum. Ulu Camii’nden aşağıda hal vardı. Maraş’ın hali oradaydı. Maraş halkı sabah namazını kılar. Gelir, selam verir, biz bir köşeye çekilip tespih çekeriz, birimiz Kur’an okur, birimiz dua eder. Ondan sonra dizilirler, sefer tasıyla çorbalar gelir. Birbirlerine çorba ısmarlar komşular, çay ısmarlarlar. Dükkânlarını temizlerler. “Ya Fettah! Ya Rezzak!” derler otururlar. Akşam giderken de “Allah ülkeme, devletime zeval vermesin, koyup gidene rahmet olsun” derler. Ne çek var, ne senet var, ne borç var. Cebine koyar gider; helal çok güzel bir şey. Bunu şehirden öğrendik biz. Şunu da eklemeliyim, köylü köyünde ne varsa koyardı misafirinin önüne. Şimdilerde Elhamdülillah köylüsü şehirlisi kalmadı.

 

İnsan yaşadığı şehre benziyor galiba hocam, değil mi?

 

Tam bir Akdeniz iklimi yaşıyoruz. Kalbin kalbe tesiri var derler. İklimin de bizim üzerimizde tesiri var. Biz Maraş olarak yumuşak huylu, sabırlı, metanetli insanlarız. Akdeniz iklimi olması sebebiyle pirincin, domatesin en iyisi burada yetişir. Bertiz üzümünün hiç benzeri yok başka yerde. Suudi Arabistan’da Maraş cevizi satılır düşünebiliyor musun? Maraş vatanına milletine çok bağlı… Maraşlıya o kadar zulmedildi ki Fransızlar bastırıyor, Ermeniler bastırıyor buralarda. Harp sırasında iki kadın…

 

Şimdi Abdülhamithan Camii’n olduğu tepeden bunlara ateş açıyorlar. Biri diğerine diyor ki “Sen hamilesin. Sen ölürsen iki can gider. Bende öyle bir şey yok, ben savaşayım” diyor. Maraş kadını bu! Zaman zaman evini yaktı, niye? Fransızlar yerlerini işgal etmesin diye. Bunların hepsini okudunuz kitaplarda. Onun için Maraşlı vatanına, dinine, bayrağına çok bağlı, hepimiz öyleyiz. Ben hâlâ gördüğüm zaman bayrağımı Kale’de vallahi gurur duyarım.

 

Söyleşi: Sibel Kök

 

Evelâhir Sayı - 3