YAŞAYAN MARAŞ 

 

ALİ YURTGEZEN: İRFANÎ TAVIR OKUMUŞLARIMIZDAN ÇOK ÜMMİLERİMİZDE

 

Ali Yurtgezen’i kime sorduysak, aynı cümleyle karşılaştık: “Ali Yurtgezen hâl ehli biridir.” Bu cümleyi açıklamak isteyenler, “Hâlden anlar demek istiyorum” diye eklemeyi de unutmadılar. Yurtgezen’in yayımlanmış dört eseri bulunmaktadır: Fûzûli’nin Musammat Gazelini Şerh Denemesi (2001), Hâcegân Sultanları (2013).

 

Hocam konumuz Kahramanmaraş. Sizden Kahramanmaraş’ı dinlemek istiyoruz. Onun öncesinde, okuyucularımızın da birinci ağızdan duymaları için Ali Yurtgezen kimdir, ne gibi faaliyetlerde bulunmuştur diye sorsak, neler söylersiniz?

 

Bendeniz, çok küçük yaşlarda iken biri babasını Yemen’de, diğeri hem anne hem babasını Rus ve Ermeni işgalindeki yurtlarından kaçarken muhaceret yolunda kaybetmiş iki ümmî dedenin torunuyum. Kendimi böyle tanıtıyorum çünkü ben çocuklara anne babadan ziyade dede ve ninelerin şahsiyet ve istikamet kazandırdığını yahut kazandırması gerektiğini düşünüyorum. Daha geniş bir tecrübeyi, milli kültürün daha özgün hâlini böyle tevarüs edebiliyorsunuz. Benim neslim büyük ölçüde dedelerimizin ümmiliği sayesinde devletin estirdiği tereddi rüzgârlarıyla savrulmaktan kurtuldu. Bu topraklarda kök salıp boy atmıştık ama yine aynı ümmilik sebebiyle meyveye duramıyorduk. Kendimize has bir inşanın imkânlarını kaybetmiştik.

 

Gençlik yıllarımızdan itibaren her birimiz kendi meşrebi, mesleği, kabiliyeti çerçevesinde yeniden böyle bir inşanın çabasına koyulduk. Ne gibi faaliyetlerde bulunduğumu soruyorsunuz. 70’li yıllarda gençlik hareketlerinin içinde aktif olarak yer alırken de 40 yıla varan öğretmenlik hayatımda da hasbelkader çeşitli mevkutelerde yazıp çizerken de yapıp ettiğim, kırık dökük bir iştirakle de olsa bu kendimize has inşa gayretinin bir ucundan tutmak olmuştur.

 

Maraş’ın tarihi ve sosyal yapısıyla ilgili bizi biraz bilgilendirir misiniz?

 

Maraş’ın talihsiz bir tarihi var. Burası Dulkadirli Beyliği’nin merkezi bildiğiniz gibi. Dulkadirli Beyliği, iki asırlık ömrü boyunca bazen Osmanlı’nın bazen Memlûklerin himayesine girmek zorunda kalmış. Hatta bunu ayakta kalabilmek için bir nevi temel politika hâline getirmiş bile denilebilir. Fakat işte bu yüzden, “gölgede duranın gölgesi olmaz” fehvasınca Maraş beklenen seviyede bir imardan, dolayısıyla bu imarın sağlayacağı ilim ve edebiyat zemininden yeterince nasiptar olamamış sanki. Buna rağmen önemli âlimler, şairler, devlet adamları yetiştirmişse de kabul edelim ki Maraş, o tarihler için adını bir çırpıda sayabildiğimiz ilim ve kültür merkezi şehirlerden biri değil. Ama bu bir nakısa da değil.

 

Dulkadirlilerin Osmanlı ve Memlûkler dışında Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevilerle, hatta bazen Karamanoğlu veya Ramazanoğlu Beylikleriyle giriştiği, hâkimiyet sahasını muhafaza maksatlı ardı arkası kesilmeyen savaşlar hesaba katılırsa bu kadarı bile takdire şayan bulunabilir. Eyalet statüsüyle Osmanlıya bağlandıktan sonra ise, Dulkadirli hanedanının gücünü kırmak için Yavuz’un Doğubayazıt’tan getirtip buraya yerleştirdiği Beyazıtlılar ile Dulkadirliler arasındaki iktidar mücadelesi sebebiyle yine ihmale uğrar. Cumhuriyet döneminde de devlet yatırımları bağlamında neredeyse unutulan bir şehir Maraş. Galiba taleplerimizle ilgili ifade, takip ve ısrar noktasında yeteri kadar becerikli değiliz.

 

Devleti yönetenler yetmiş yıldır buraya geliyor, gururumuzu okşayan övgü dolu sözlerle gönlümüzü alıyor ama bir şey vermeden dönüp gidiyorlar. Doğrusu, bundan da hoşnut gibiyiz. Maraş’a özgü meşhur fıkradır: Merkebine yüklediği odunları satmak üzere köyden şehre getiren delikanlı, “Ağanın oğlu, odunu kaça satıyorsun?” diye soran bir müşteriye odunları para almadan verir. Dönüp geldiğinde durumu anlattığı babası ise, “Sana böyle hitap eden bir adama hayvanı niye vermedin peki?” diyerek çıkışır oğlana.

 

Öyle ya, ağalık vermeyinendir. Ben yine de maddi mahrumiyetine rağmen insanımızın bu beylik yahut ağalık istiğnasını kıymetli buluyorum. Kınanması gerekenler bu hâli istismar edenler olmalıdır. İletişim teknolojisinin, bireyselleşmenin yaygınlaştığı; çok farklı kültürlerden etkilenmenin kolaylaştığı şu son zamanlarda herhangi bir şehir ahâlisinin artık ortak bir sosyal yapıya sahip olduğunu zannetmiyorum.

 

Çağın zorladığı bütün değişim ve dönüşümlere rağmen Maraş’ın belli bazı şehirlere nazaran daha yerli, milli, muhafazakâr ve mütedeyyin tavrına vurgu yapılabilir belki. Bir de zor zamanlarda 7’den 70’e, berduşundan âlimine kadar her Maraşlının kuşandığı “din bahsi” hassasiyeti var.

 

Bugünden farklı olarak çocukluk ve gençlik yıllarınızın Maraş’ı nasıldı?

 

Bu kadar kalabalık ve geniş değildi tabii. Merkez ilçede 70 bin nüfus olduğu zamanları hatırlıyorum. 60’lı yıllardı ve hemen herkes birbirini tanır, tanıyamadıklarına “kimlerdensin” diye sorarlardı. Komşuların yardımlaştığı, birbirini gözettiği, imkânlarını paylaştığı dönemlerdi. Esnaf sabah namazından çıktıktan sonra dükkânını açar, akşam ezanı okunmadan kapatırdı. Namazlarımızı mahâlle camiinde hoparlörsüz imamların ardında kılardık. Şehri boğan yüksek yapılar da yoktu, trafikten kaynaklanan gürültü kirliliği de. Yazı yaz, kışı kıştı. Sokak satıcılarından bulgur, döğme gibi göz kararı bir miktar zahirelik karşılığında “gaza, yarpuz, ıspatan” yahut mevsimine göre “çağla, alıç, at alması, can eriği” alınırdı. Bakkalların hayli kalın birer veresiye defteri olurdu. Televizyon yoktu ama babalarımız pek izin vermese de sinema, özellikle de vurdulu kırdılı Yeşilçam filmleri revaçtaydı. Büyükler radyodan ajans dinler; daha yakınımızdaki feci olaylara, sokaklarda “kaidesiyle” okunarak satılan destanlar aracılığıyla muttali olurlardı. Bizler küsküç oynar, deveme döndürür, cücük lastiği ile avlanırdık. Daha hayta olanlarımız Atlas sinemasının aralığında gülle oynar, basak basar, fır atardı. Ne kadar uzakta olursa olsun mektebe yürüyerek gider, yaz tatillerinde “ohuma”ya devam ederdik. Nenelerimiz bize Osmanlı elifbasıyla yazılmış Mızraklı İlmihâl, Ahmediyye, Muhammediyye, Tûtiname gibi kitaplardan bölümler okur, biz de dedelerimize Latin harfli Hz. Ali cenklerini okurduk. Elbette o zamanlarda da türlü sıkıntılar vardı. Ortalık güllük gülistanlık değildi. Kendilerine akıl danışılan büyüklerin telkiniyle bir şekilde problemler çözülür, sıkıntılar aşılırdı. İnsanlar mütevekkildi. Hesabî değil hasbî idiler. Psikolojileri sağlamdı; şimdiki gibi olur olmaz her meselede bozulmazdı.

 

O yıllarda da Maraş’ta kültürel mekanlâr var mıydı?

 

Yazarların buluştuğu, gençlerin gelip onları dinlediği mekanlâr... Buralara kimler gelirdi, o günlerden ne gibi hatıralar kaldı? Kültür, sosyoloji terimi olarak bir toplumun kendine özgü, yaşayış, duyuş ve düşünüş tarzı demek. Bir pratik hâlinde tevarüs edilmesi gerekiyor. Kültürel mekân derken böyle bir pratiğin ve tevarüs imkânının ortamı kastediliyorsa eğer, evleri, meydanları ve sokaklarıyla bütün bir şehir sathı kültürel mekân olmak zorundadır. Böyle değilse, kültürel mekânla birkaç özel yapı kastediliyorsa, koskoca şehrin geri kalan kısmında millî kültürün yaşanmadığı yahut ihmale uğradığı itiraf edilmiş olur ki maalesef hakikat de budur. Sizin bunu sormadığınızın farkındayım ama yeri gelmişken işaret edeyim dedim. Siz yazarlarla mülaki olunan, kültürün nazariyatının konuşulduğu mahfilleri soruyorsunuz. Bu çerçevede yine 70’li yıllar için Milliyetçi Öğretmenler Derneği, Büyük Ülkü Derneği ve önce MTTB iken sonradan Akıncılar Derneği olan dernekleri sayabilirim.

 

Buralarda haftalık düzenli seminerler oluyor; zaman zaman da bazı yazar ve şairler misafir ediliyordu. Mesela bendeniz rahmetli Abdurrahim Karakoç’la ilk defa Milliyetçi Öğretmenler Derneği’nde vicahen tanışmıştım. Öğretmenler Derneği adı sizi yanıltmasın; buradaki sohbetlere dinleyici olarak katılanların tamamı neredeyse talebeydi. Bir de bu dernekler şöhretli yazarları şehre getirtip sinema salonlarında konferanslar verdirirdi ki çok yoğun ilgi görürdü. Necip Fazıl ve Mustafa Yazgan’ın konferanslarını hatırlıyorum.

 

Çocukluğu ümmî bir annenin anlattığı kıssalarla geçmiş biri olarak merak ettiğim husustur şifahî kültür. Şifahî kültür geleneğinin insan, toplum ve kültür açısından önemi nedir, Maraş›ta bu kültürün hâlâ devam ettiği söylenebilir mi?

 

Önce şunu tasrih edelim: Şifahi kültür, söze dayalı kültür değil; nesilden nesile sözle aktarılan kültürdür ve ümmî topluluklar için zaruri bir usuldür. Dolayısıyla hem bu sebeple hem de sözle aktarılan kültür unsurlarının temelde bir tecrübeye veya metne dayanması sebebiyle şifahi kültürün yazılı kültüre nazaran daha iptidai, daha yetersiz olduğu kabulünü pek doğru bulmuyorum. Nasıl aktarılırsa aktarılsın kültürün hayatiyet bulmasıdır esas olan.

 

Sizin ümmî bir anneden dinlediğiniz hikâyelerin, menkıbelerin, kıssaların, darb-ı mesellerin, kendileri bilmese de yazılı bir kaynağı vardır muhakkak.

 

Sözlü kültür ile yazılı kültür farkını, okuyup okumama değil; okuma usulü belirler bu yüzden. Şifahi nakil; başta Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler olmak üzere, bu temel kaynaklar çerçevesinde kaleme alınmış ve asırlar boyu Anadolu insanını mayalamış muhâlled eserlerden ahz edilen hikmetlerin sadırdan dile dökülmesidir. Usulüddin çerçevesindeki belli eserlere ait muhtevayı sadırlardan sadıra aktarmanın, nesiller arasında bir dil, duyuş, düşünüş ve müktesabat birliğini temin yanında, hakikat zemininde ilmi “ziyadeleştiren”, yani hakikate vukufiyeti artıran bir tesiri vardır. Hâlbuki neyin nasıl okunacağına ölçü koymadan okumayı kutsayan bir yaklaşım, ekseriya hakikat zemininden kopardığı ilimle beraber, kendi kültürüne yabancılaşmış, cehl-i mürekkeple malûl, okumuş cahilleri de “çoğaltmakta”dır. Cemil Meriç, İslâm’ın şekillendirdiği bizim kadim kültürümüze “kültür” demek yerine “irfan” demenin daha isabetli olduğu görüşündedir. Meseleye bu zaviyeden bakarsak irfanî tavra okumuşlarımızdan ziyade, sayıları azalsa da hâlâ ümmilerimizin sahip olduğunu söyleyebiliriz.

 

Kaldı ki ümmilik zannedildiği gibi cahillik de değildir. Fıtrattaki safveti, yaratılıştaki en güzel kıvamı muhafazadır. Cahillik alâmeti sayılan tahsil yoksunluğu yahut okuma yazma bilmeme hâlinin, resmî eğitim öğretimin insanı kendine ve değerlerine yabancılaştırdığı bizim gibi ülkelerde çoğu zaman fıtratı muhafaza adına bir avantaj sağladığı bile iddia edilebilir. Ol sebepten ağzı dualı ümmî anaların fem-i muhsininden dökülen sözlerine kıymet vermek gerekir.

 

Bir kültür unsurunu talim, terbiye, telkin, tavsiye veya nasihat maksadıyla sözle ifade ederken hâlin muktezasını gözetme keyfiyeti, millî kültürün aktarılmasında şifahi usulü daha tesirli kılmaktadır. Yine türkü, şarkı ve ilahi ezgilerindeki bize özgü seslerin tevarüsü de şifahi usulle mümkündür.

 

Bu ve benzeri başka sebeplerle şifahi kültürü yaşatmak zaruridir diyeceğim ama teknoloji bu usulü zehirledi. Sohbeti unuttuk. Aynı ailenin fertleri bile birbirleriyle değil televizyonla, tabletle, bilgisayarla, cep telefonuyla ünsiyet ediyor. Ana dilimizi dahi epeydir analarımızdan değil dizilerdeki dublaj Türkçesinden öğreniyoruz.

 

Edebiyat kenti olarak nitelendirilen Maraş’ın dergicilik yönünü merak ediyoruz. Şehrin edebi ve kültürel açıdan aynası konumunda olabilmiş dergilerden söz etmek mümkün mü? Hangilerini dahil edebiliriz?

 

Taşra şehirlerinde dergicilik zordur. Baskısından finansmanına, dağıtımına kadar her aşamasında sıkıntı yaşanır. Buna rağmen Maraş’ta bir hayli dergi neşredilmiş fakat bunların bahsettiğim sıkıntılar sebebiyle çoğu zaman aksayan periyotlarla sürdürdükleri ömürleri pek de uzun olmamıştır.

 

Şehrin edebi ve kültürel açından ne kadar aynası olabilmişlerdir bilmem ama bu dergilerin diğer taşra şehirleriyle kıyaslanamayacak bir edebiyat tutkusunun tezahürü olduğu muhakkaktır. Bunlar arasında bir okul dergisi olmasına rağmen Nuri Pakdil’in lise talebesiyken yönettiği Hamle dergisini, Yedi Güzel Adam’ın nüvesini teşkil etmesi bakımından önemsiyorum.

 

Türkiye çapında bir ilgiye mazhar olmuş İkindi Yazıları ve Dolunay dergilerini de ayrı bir yere koymak gerekiyor. Yalnız Ardıç, İnsan Saati, Edebiyat Yaprağı hatırladığım diğer edebiyat dergileri arasında.

 

Hâlen yayınlanmakta olan Alkış dergisinde Maraş’ın mahâlli kültürüne dair yazılara yer verildiğini biliyorum. Şimdilerde e-dergi olarak yayımlanan Tayyip Atmaca’nın Hece Taşları dergisi bütün bir Türk dünyasına hitap ediyor.

 

Fikrî sahada Haki Demir’in son derece ciddi, tutarlı ve derinlikli bir medeniyet tasavvurunu inşaya matuf yazılara yer verdiği ve yine e-dergi olarak neşrettiği Terkip ve İnşa dergisi ise Türkiye’nin şahsında İslâm âleminin en temel problemine çözümler sunuyor.

 

Söyleşi: SİBEL KÖK

 

Evelâhir Sayı - 2