AYKUT ERTUĞRUL: “ŞEHIR BÜYÜK HIKÂYELER LÜTFEDER”
Her şehrin onunla sahici bir bağ kurmak için sokaklarında dolaşan her bir kişi için hazırladığı özel (her zaman güzel olmayabilir elbette) sürprizleri, büyük anları vardır.
Şehirlerini merak ediyoruz. “Benim” diyeceğin şehirler hangileri? Ve neden onlar?
Aslında bu soruya uzun bir listeyle cevap verebilirim; hatta bir zamanlar Cins dergisinde düzenli olarak “Şehirler ve Şeyler” isimli bir köşede yazıyordum. Liste uzun olabilir dedim çünkü gittiğim, bir süre kaldığım şehirlere çabuk alışıyor ve seviyorum. Biraz hızlı bağ kurduğum söylenebilir. Bir şehrin havasını teneffüs etmeye başlar başlamaz önce minik düğümler atmaya koyuluyorum; düğüm düğüme, şehir şehire eklene eklene kentler bir örümcek ağı gibi, belleğimde hatırı sayılır bir yer işgal etmeye başlıyor.
Elbette sokaklarında (Keçiören) büyüdüğüm Ankara ve memleketim Yozgat, kentlerden oluşan bu örgünün merkezinde yer alıyor. Ancak ömrümün ve hikâyemin en önemli durağı İstanbul; gittiğim her seferinde beni biraz daha büyüleyen Mardin, ilk gördüğüm anda kendimi hayretle bir parçası saydığım ve yeni seferleri dört gözle beklediğim Madrid, Barselona, Strazburg, Roma, Lviv, Bursa, Kahramanmaraş, Brugge, Erzurum, Şanlıurfa, Seul ve elbette elbette Kudüs bu haritanın önemli durakları. Yine de “neden” sorusuna verecek kuvvetli cevaplarım yok.
Bilinen özelliklerini hafife aldığım için değil ama mesela Madrid benim için bir akşamüzeri rastgele girdiğim bir tiyatroda izlediğim 45 dakikalık olağanüstü Flamenko performansıdır; Barselona, sokaklarında yorgun adımlarla yürürken karşıma çıkan bir Katalan’la ayaküstü edilmiş (ikimiz de birbirimizi pek anlamıyorduk aslında) beş dakikalık bir sohbettir. Roma; sanırım bir müzenin önünde sıra beklerken annesinin elinden kurtulup koşarak az ötedeki kemancının yanına giden ve hiç tereddüt etmeden dünyanın en tatlı dansına başlayan o kız çocuğunun gözlerindeki ışıltıdır. Şanlıurfa, kadim bir çarşının içinde bir o kadar zamandır çalışıyormuş görünen ihtiyar bakırcının yüzündeki asırlık çizgilerdir.
Ne benim ne de başkasının bir daha asla yaşayamayacağı, alabildiğine şahsi ve şimdiki zaman atının üzerinde dolu dizgin gözden kaybolan anlardan bahsediyorum. Anlar mı dedim atlar da olur. Çünkü bana göre her şehrin onunla sahici bir bağ kurmak için sokaklarında dolaşan her bir kişi için hazırladığı özel (her zaman güzel olmayabilir elbette) sürprizleri, büyük anları vardır. Yeter ki, kişi/ yolcu onları alıp eşsiz magnetler gibi belleğinin duvarlarına iliştirebilmeyi bilsin.
Şehir-öykü ilişkisini sorsak, neler söylersin?
Aslında yukarıda dilimi tutamayıp söyledim: Evliya Çelebi’den Marco Polo’ya Calvino’dan Borges’e, Marquez’den Kafka’ya, Dostoyevski’ye, İbn Batuta’ya farklı saiklerle bile olsa merak edenlere şehir büyük hikayeler lütfeder. Bu hikâyelerle ne yapacağı ise artık kendisine hediyeler sunulanlara kalmıştır. Ben evvela (elbette kendimce) insanı ve onun yeryüzüyle, nesnelerle ve başka insanlarla ilişki kurma biçimini anlamaya çalıştıkça, o sonsuz, büyüleyici döngüsel çevrimlerle karşılaşıyor ve hayranlıkla hayretle dehşetle yeniden yeniden yazmaya çalışıyorum.
Aykut Ertuğrul’un öyküleri belli bir şehirde geçer mi? Öykülerine hangi şehirlerin etkisi, katkısı olmuştur?
Yukarıda saydıklarım ve yolumun düştüğü her şehir cevapta yer almayı hak ediyor; ama en çok İstanbul ve Ankara. Geçenlerde İstanbul’un 500 yılını fotoğraf ve belgelerle anlatan bir sergiye gitmiştim. 17. yüzyılda bir seyyah, İstanbul’u anlatırken büyüleyici fakat kaotik, karmaşık oluşundan bahsediyordu. Biz ise bugün o dönem yapılmış çizimlere fotoğraflara bakıp “ah ne sakin ne güzelmiş İstanbul” diyoruz. İlginç değil mi?
Galiba şehirlerin bin yıl geçse değişmeyecek ruhları ve insanlar gibi mizaçları var. İstanbul sadece şimdi değil 500 yıl önce de içinde kaybolunan, sırlarını kolay teslim etmeyen bir şehir: Muğlak, gölgeli ve kutsal. Eh bunlar tam da bir hikayecinin aradığı şeyler değil mi? O yüzden sorunuza cevabım İstanbul. Daima.
İlk kez gittiğin bir şehrin hangi yönlerine dikkat edersin?
Tanpınar, Beş Şehir’de Avrupalı ressam Melling’i İstanbul’a gelen diğer Avrupalı sanatçılardan ayıran hususiyetin “şehri bizimle yaşaması” olduğunu söyler. Devamında ise şöyle ekler: “O ne Kadim Yunan’ın ne Şarki Roma’nın peşindedir. Hatice Sultan’ın saray ve bahçe mimarı bir İstanbullu gibi şehri kendisi için sever.” Şehri kendisi için sevmek! Ne müthiş bir ölçü. Bu ölçüyü bulup bu hissiyatı bir kere yakaladığımızda artık her şehir bize kendisini açar. En çok dikkat ettiğim şey bir şekilde bu hissiyatı yakalayabilmek.
Kahramanmaraş’a birkaç defa geldiğini biliyorum. Kahramanmaraş denilince aklına neler geliyor?
Ah Ömer, sevgili dostum, Kahramanmaraş deyince maalesef hepimizin aklına bir süredir aynı şey geliyor. O dehşetli afette kaybettiklerimiz. En çok da dostlarımız. Bir fotoğraf var elimde. 2022 yılının Aralık ayında, neredeyse 1 yıl önce Post Öykü dergisi olarak Kahramanmaraş’a geldiğimizde senin öncülüğünde dostlarla toplanmış ve tadına doyulmaz bir sohbet halkası oluşturmuştuk. Edebiyattan, Kahramanmaraş’ın tarihinden, kültüründen konuşulmuş, türküler söylenmişti o akşam. Rahmetli Ferhat Ağca kardeşimiz, tam karşımda oturuyordu; zaten birbirimize aşinaydık ama o gün ayrıca dikkatimi çekmişti. Edebi, bilgisi, tevazuu, simasına yansıyan safiyane berraklık. Mehmet Raşit Küçükkürtül’le biz söylenen türküye dalmışken (belleğimi zorlasam da hatırlayamıyorum, kim bilir hangi Maraş türküsüydü?) Ferhat uzaktan bir fotoğrafımızı çekmiş. Çıkışta fotoğrafı gönderdi, biraz daha sohbet ettik; söz ortak dostumuz Şahin Aslan’a geldi, “ah o da burada olsaydı” dedik. Nereden bilecektik, sonraları (depremden sonra) Şahin’le İstanbul’da defalarca Ferhat’ı anacağımızı: “ah o da..” diyerek. Yukarıdaki sorulara cevap verirken şehirler ve anlardan bahsettim. Kahramanmaraş da benim için bir süredir tam bu ân. Allah gidenlere rahmet, kalanlara sabır sabır sabır versin.
Kahramanmaraş’ta özellikle dikkatini çeken, seni şaşırtan, fazlasıyla beğendiğin ve “Bir kez daha görmek isterim” dediğin bir mekân oldu mu?
İçinde kaybolarak büyülenmiş hâlde gezdiğimiz Kahramanmaraş sokaklarını, çarşılarını, tarihi konaklarını, Ulu Camii’yi (buraya da bir ah) her daim yeniden görmek isterim.
Söyleşi: Ömer Yalçınova
Evelâhir Sayı - 18