BİR “DAKKA”
Telefonda, “Dakka’ya gidiyorsun” dediklerinde, ne anlamam gerektiğini anlamamıştım. “Şu dakika gidiyorsun” mu demek istemişlerdi? Yoksa ben yerin adını yanlış mı anlamıştım da, aslında Rakka’ya mı (Suriye) gidecektim?
Çelişkiyi gelen uçak biletiyle çözmemin ardından, en uzun süreli seyahatimi gerçekleştirmek üzere yola çıktım. Yaklaşık bir ay Bangladeş’te kaldım.
Uçak inmek için alçalmaya başladığında, normalde şehri izler, o şehrin ruhunu anlamaya çalışırım. Dhakka’ya baktığımda, siyah-kahverengi bir tual gördüm. Akmış bir yağlı boya tablonun çerçevesine girmeye çalışıyorduk. Ankara’nın griliğini bile şık gösterecek, bir şehir siluetiydi.
Havaalanına iner inmez, kendimi karmaşanın içinde buldum. Kalabalıktı ve herkes çok yavaş ilerliyordu. İşlemler bitip de şehre ilk adım attığımda yüzüme çarpan üç şey oldu: Nem; genelde Güney Asya ülkelerine gittiğimden alışıktım. Koku; daha kötülerini de görmüştüm ve taktiklerim var kötü kokuyu hissetmemek için. Ekabir heyetle gelen pek-çok-ultra üst düzeylerin, kokudan dolayı otellerinden çıkamayıp, uçağa binip geri döndüklerine şahit oldum. Ve; kaos. Trafik, korna sesi, çamur bir zemin, insan kalabalığı, birbirine dolanmış elektrik hattı kabloları… Malum kanalda yayınlanan Hint dizilerinin, en dramatik sahnelerinden birinde gibiydim. Pakistan’dan ayrılarak devletleşen Bengalli Müslümanların ülkesinde, Hindu ve Hıristiyan azınlıklar da var. Ve biz; dinleri aynı olsa da yeni bir azınlık oluşumuna şahitlik etmek için Bangladeş’teyiz.
Myanmar’da Budistlerin; Rohingyalı Müslümanlara karşı işledikleri, insanlık suçlarının ikinci dalgası başlamıştı. Ateşe verilmekten, ellerinin palalarla kesilmesinden kurtulmaya çalışan Rohingyalılar, Bangladeş’e sığınmaya başlıyordu. Ben de, bu anları kaydetmek ve bir belgesel çekmek için buradaydım. Rohingyalıları, Arakanlılar olarak da biliyorlar. Ancak bunun yanlış bir isimlendirme olduğuna dair kendince hassasiyetleri var.
Normalde, gidilen şehri izlemek keyif verir. Pek öyle olmadı. Bende gökyüzünden uçaklarla çamaşır suyu döküp sokakları devasa fırçalarla foşur foşur yıkamak hissiyatı uyandı.
Sabaha kadar korna sesinden uyuyamadım, trafik gün ışıyana kadar azalmadı. Gece birtakım aksiyonlar da yaşanmış. Bize karşı mıydı, yoksa hedef başkası mı anlayamadık, ara ara silah sesleri geldi. Lakin pek üstümüze alınmadık. Sabaha, beklentilerimizin üstündeki nezih otelimizde, hayatımdaki en iyi americanoyu içerek başladım. Kat görevlisinin peşimden koridor boyu koşup, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sorması ve ona dua ettiğini söylemesi de benim için ilginç anlardan biriydi. Genelde Türkiye’yle ortak iş-proje yapmak isteyen kuruluşların bu sahte diyemem ama abartılı sevgi gösterilene alışıktım. Ama bizden hiçbir çıkarı olamayacak otel temizlik görevlisinin ülkeme samimi ilgisi hoşuma gitmişti.
Bangladeş’te Türklere, ‘turuşka’ diyorlar. Eski Hint kaynaklarından beri böyleymiş. “Ya hu, sizi Babürlüler yönetti, ne demek Turuşka” deyip durdum ama ne kadar anladılar bilmiyorum. Bahadır Şah tüm bu coğrafya ülkeleri için yakın dönem travması. Ona yapılanları hazmedemeyen bir kitle hâlen var. Elbette, İmparator Timur’un ve ailesinin kolunu uzandığı her yerde olduğu gibi fillerin adı genelde Bahadır. Dönemin tankları… Yiğit bir savaşçı olarak görülüyorlar.
Buriganga yani eski Ganj Nehri’nin kenarına kurulu Dhakka, Bangladeş’in başkenti. Dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri. Nüfusun çokluğuyla övünmenin ne denli manasız olduğunu birine ispat edemiyorsanız, ona bir Dhakka gezisi ısmarlayın. Buriganna Nehri’nden çöp akıyor. Etrafındaki tüm fabrikaların atıkları bu nehre boşaltılıyor. Elbette yasaklanmış ama dinleyen kim. Ucuz iş gücünü geçtim, bedava iş gücünün şehri. Nasıl mı? Birçok işçi ‘paramı alırım’ umuduyla bedava çalışıyor.
Gözünüzde canlandırın. Şık bir AVM’desiniz. Yerler pırıl. Lüks bir mağazaya giriyorsunuz, kapıdan girer girmez burnunuza harika parfüm kokusu çarpıyor. Işıklar, ledler, vitrinler… Askılarda farklı desen ve kumaşta, son moda elbiseler. Bol sıfırlı bir mebla ödeyip, tam bedeninize göre bir kıyafet alıyorsunuz. Etiketinde ‘Made in Bangladesh’ yazıyor.
Buraya ışınlanın. O marka kıyafetlerin küçük el tezgâhlarında, yangın merdiveni hatta pencerenin olmadığı atölyelerde, tozlu yerlere üst üste atılarak, büyük bir emek sömürüsüyle üretildiğini bilin. Çok işçi yanarak, sakat kalarak, hastalanarak bedel ödüyor. O kıyafetlerle sen de varlıklı olmanın havasını atıyorsun, cilalı parkelerde. Birkaç işçi sendikası farklı üretim ülkelerinde de; “Alacağınız bu ürünü ben yaptım ama paramı alamadım” diye etiketlere basarak, seslerini dünyaya duyurmaya çalıştılar. Bu yüzdendir ki, popüler bir etkileşim aracı hâline getirilerek yapılan boykotları, pek ciddiye alamıyorum. O markalardan çoktan vazgeçmiş olmalıydınız.
Ertesi gün muson mevsiminin yaklaşmasından dolayı, lastik çizme almak için pazara gittik. Bir şehrin kalbi pazarlarda atar. O çamurdan ambiyansın içinde, renkli olan ender şeylerden biri kadınların kıyafetleriydi. Bir de Ahsan Manzil Sarayı. Yerel polisler için tahtadan işlemeli sopalar da satılıyordu. Plastik atığa boğulmuş bu şehirde; cop yerine ahşap bir silah kullanması şaşırtmıştı.
Dilencileri oldukça tuhaftı. Yüzlerinde cüzzam hastalığına benzer bir hastalık vardı. Bir yaşlı kadının alt çenesinin yarısı komple yoktu ve üst dişleri o boşluktan görünüyordu. Birine para verdiğinizde kendi aralarında ciddi bir itiş kakış başlıyordu. Şehrin kendine dair daha karanlık taraflarını duyduk lakin gözlemleyemedik.
Zencefil çayıyla kendimize gelip, birkaç günde işlerimizi bitirip; dünyanın en uzun tek parçalı sahiline sahip diğer Bangladeş şehrine Cox Bazaar’a doğru yola çıktık. Bu sahil dünyanın en büyük mülteci akınlarından birine şahitlik edecektim. Bunu da size anlatmalıyım.
Betül Güngör
Evelâhir Sayı - 22