HÜSEYİN YORULMAZ “YALNIZ ARDIÇ, MÜSLÜMAN OLARAK YALNIZLIĞIMIZI SIMGELIYORDU”

 

Kendinizi tanıtır mısınız? Hüseyin Yorulmaz kimdir?

 

1961 doğumluyum. Maraş’ın batı yakasında yer alan Başkonuş Dağı'nın eteklerinde konuşlanmış bir köy olan Döngele’de geçti çocukluğum. Ortaokulu İttepesi’nde bulunan Cumhuriyet Ortaokulu’nda, liseyi de Maraş Lisesi’nde bitirdim. 1981 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni kazanınca dört yıl edebiyat okudum. Mezuniyetten sonra üç yıl Risale Yayınları’nda çalıştım. Ardından 1988’de Osmanlı Arşivleri’nde çalışmaya başladım. 94’te Sakarya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne Araştırma Görevlisi olarak girdim. Bu görev 2007’ye kadar devam etti. Sonrasında 13 yıllık Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü görevi var. Vakıfbank Kültür Yayınları genel yayın yönetmenliği ve ardından Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği.

 

Kitaplar ve dergilere ilginiz Maraş’ta mı başladı? Maraş’ta edebiyat, düşünce ve kültür diyebileceğimiz bir ortam var mıydı? Mesela yeni çıkan dergi ve kitapları takip edebileceğiniz bir kitapçı…

 

Kitaplarla ilgim ortaokul yıllarında başladı. Kulakları çınlasın Ahmet Kavak (KASKİ Genel Müdürü şimdi) ve İrfan Şişman adında iki arkadaşım vardı. Onlar kitap dünyasını benden daha iyi biliyorlardı. Necip Fazıl’ı İmam-Hatipte okuyan dayım sayesinde keşfettim ve çoğu eserlerini o yıllarda okudum. Doğrusu Maraş Lisesi’nde okurken kendi adıma Maraş’ta bir kültür ve edebiyat ortamımız olmadı. Ancak ben lisede okurken ve bitirdiğim yıllarda İmam-Hatip’te böyle bir kültürel ortamın olduğunu daha sonra öğrendim. Duran Boz, Mustafa Aydoğan, Feramuz Aydoğan, İdris Zengin, Mehmet Gemci, Fahri Yılmaz, Mehmet Ali Zengin gibi arkadaşların bulunduğunu ve şehirde edebiyat dergisi çıktığını sonradan öğrendim. Yalnız şunu da belirteyim: Okullar tatile girer girmez ben köye gider bağ bahçe işleri ile uğraşırdım.

 

Bir de Uzunoluk dergisi tecrübesi var galiba…

 

Evet, 1986-87 yılında iki sayı çıkan Uzunoluk 12 Şubat Kahramanmaraş Dergisi’ni Arif Gedemenli ile birlikte İstanbul’da çıkardık. Derginin bu iki sayısında Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören’le yapılmış konuşmalarımız oldu. İstanbul’da okuyan öğrenci arkadaşlarla bu dergide soruşturma ve anketler yaptık. Eli kalem tutan arkadaşlardan yazı aldık. Ankara ve Erzurum’da okuyan arkadaşlardan da yazı gönderenler oldu. Bu dergi daha sonra değişik isimlerle başkaları tarafından çıkarılmaya devam etti.

 

Maraş’ta belli bir mekânınız oldu mu? Okuyan kişilerin buluştuğu…

 

Ortaokul ikinci sınıfta Türkçe dersimize bir dönem Erdem Bayazıt geldi. İl Halk Kütüphanesi’nde müdür olduğunu biliyorduk. Oraya okumaya ve ödünç kitap almaya giderdik. Bu sıralarda ve daha sonra lise yıllarında da olabilir, lütüphanenin bahçesinde İstanbul’dan ve Ankara’dan gelen ağabeylerin gelip biz gençlerle sohbet ettiğini hatırlıyorum.

 

Erdem Bayazıt derslerinde ve diğer konuşmalarında devamlı okuma ve yazma telkinleri yapardı. “Sel gider kum kalır” misali bizden sonra yazdıklarımızın kalacağını, bize tanıklık eden şeylerin karaladıklarımız olacağını vurgulardı. Tabii hepsinden önemlisi okuma eylemi üzerinde çok dururdu. Okumadan yazmanın mümkün olmayacağını belirtirdi. Niçin geldiniz buraya, derdi. O hâlde buraya geliş gayenizi yerine getirin, diye devam ederdi. Bu sözle şöyle bir irkilip kendimize gelirdik. Derslerimize çalışmaktan bahsetmediğini anladık. “Mekteb”in sözcük anlamının yazı yazılan yer olduğunu, “muharrir”in yazı yazan kimse, “kıraathane”nin okuma evi anlamına geldiğini ilk ondan duyduk. Mektep, kıraathane, muharrir gibi sözcüklerin yitik bir medeniyetin kavramları olduğunu, içinde bulunduğumuz Batı medeniyeti ise kendi kavramlarını cafe’lerle, club’lerle, casino’larla oluşturduğunu söylerdi.

 

O yaşta Erdem Bayazıt gibi bir yazarın dersinize gelmesi bir şans işi…

 

Evet, 13 yaşında kıymetini ne kadar bildim bilmiyorum ama o yönden şanslıyım. Sınıfımız, şehri kuzey tarafından boydan boya kuşatan Ahırdağı’na bakıyordu. Ahırdağı’nın da hayvanların yaşadığı “ahır”la bir ilgisinin olmadığını, Toroslar’ın “ahir” bir uzantısı olduğu için bu isimle anıldığını da ondan öğrendik. Buna dair cümleler kurdu: Ahir zaman peygamberi dedi, ahir ömrümüzde dedi, evvel ve ahir örneklerini verdi ve başka misâller üzerinde durdu. Anlattıkları diğer öğretmenlerin söylediklerine benzemiyordu ve ezberimizi bozuyordu.

 

Ezber bozan hocalar iyidir.

 

Şimdi düşünüyorum da, bir öğretmenin elinde müfredat programı olur, değil mi? Yani bir sömestr boyunca 5-6 şairi ya da yazarı ele alacağız, onlardan metinler okuyacağız. Hayır! Bir dönem boyunca bize Yahya Kemâl’in “Selimnâme”sini okuttu. Aklımda kalan: Yahya Kemâl’in Cumhuriyet için yazılmış tek bir şiirinin bile olmaması. Bu cümle ile de kafamızı karıştırdı: Hem Cumhuriyet döneminin en büyük şairi diyor hem de bu şairin şiirlerinde Cumhuriyete yer vermediğini söylüyor. Onun, zamanın elitleri tarafında unutulmaya terk edildiğini; ancak o devrin en büyük şairlerinden biri olarak geleceğe kaldığını söyledi. Yahya Kemâl’in aynı zamanda Cumhuriyet devrinde yaşamış bir Osmanlı olduğunu vurguladı. Bâkî 16. yüzyılda neyse, Yahya Kemâl de 20. yüzyılda odur, dedi.

 

Erdem Bayazıt ve Yedi Güzel Adam isimli bir kitabınız yayımlandı. Yedi Güzel Adam’la tanışmanız, onların kitaplarını okumanız nasıl gerçekleşti?

 

Erdem Bayazıt’la asıl tanışıklığım üniversite yıllarında oldu. Rasim Özdenören ve Cahit Zarifoğlu ile de öyle. Mavera’ya gönderdiğim bir mektuba Zarifoğlu cevap vermişti. Liseyi bitirmiş, Medine’de okuma durumu ortaya çıkmıştı. Mavera’nın “Okuyucularla” sütununda Medine Mektupları’nı bekliyorum diye cevap yazmıştı bana. Şöyle bir hatıra daha var: Risale Yayınevi olarak Dünya İslâm Edebiyatçıları Birliği ile İstanbul’da bir toplantı yapılmıştı. Toplantıya Rasim Özdenören ve İsmet Özel de katıldı. Akif İnan, Özel ve Özdenören’in kollarına girerek Ebu’l-Hasen en-Nedvî’ye “biri bugünkü şiirimizin, diğeri de hikâyemizin en büyük temsilcisi” diye tanıtmıştı, hiç unutmuyorum. Risale olarak Rasim Ağabey'in denemelerinden oluşan Ruhun Malzemeleri kitabının ilk baskısını biz yapmıştık. Sonra oradan başka kitapları da çıkmaya devam etti. İsmail Kıllıoğlu’nun Düşünce ve Duyarlık kitabının da ilk baskısı oradan.

 

Yedi Güzel Adam kitabı bütün bu iliş kilerin sonucu o zaman…

 

Kitap çalışması biraz da Çağ Yayınları sahibi rahmetli Kenan Seyithanoğlu’nun kamçılaması ile oldu. Erdem Abi MARAŞDER’in başkanlığını yaparken sık sık toplantılar yapılır ve Kenan Ağabey hep Maraş Ansiklopedisi’ni gündeme getirirdi. O ansiklopedi çerçevesini düşünürken, Maraşlı yazarların eserleri, arkadaşlıkları, diğer Maraşlı yazarlar vs. gündeme geldi. 2008’de Erdem Abi vefat ettikten sonra kitap çalışması zihnimde oldukça tebellür etmişti. Ve yayınlandıktan sonra oldukça ses getirdi.

 

Televizyon dizisi daha mı sonra?

 

O zaman Sevde Bayazıt milletvekili idi. Rasim Ağabey'in Ankara’daki evinde bir araya gelirken Kahramanmaraş milletvekili Mahir Ünal da vardı. Kitabı okuduğunu, arka kapak yazısını okuduktan sonra bir televizyon dizisi çekilmesinin uygun olacağı görüşünü belirtti. Maraş’ın kültür ve edebiyatla anılan bir şehir olduğunu, böyle bir dizinin de bu görüşü tahkim kılacağını söyledi. Arka kapak yazısında aşağı yukarı şöyle yazılıyordu: Bu kadar yazarın lisede bir araya gelmesi Hababam Sınıfı gibi kurgu değil, doğal bir oluşumdu. Bu kitabı Erdem Bayazıt’ın şahsında Yedi Güzel Adam’ı anlattık. Bunu Erdem Bayazıt’ın şahsında değil Cahit Zarifoğlu’nun veya Nuri Pakdil’in şahsında da yapabilirdik. Çünkü birinden bahsederken ister istemez diğerlerinin de kapısını çalmak zorundaydık… diye devam ediyordu cümleler.

 

Çocukluğunuz ve gençlik dönemlerin deki Maraş’la günümüz Maraş’ı ara sında ne gibi farklılıklar var?

 

1980’lerin başında İstanbul’a geldikten sonra bugüne kadar Maraş’a yılda bir iki defa gittim diyebilirim. Her gelişimde eski bildiğim yerleri tanımakta güçlük çeker, şehri değişmiş olarak bulurdum. Gerçi bu bütün şehirlerde görülen bir şeydi. Ama beklenen ve yapılması gereken eski şehrin ortadan kaldırılması değil, tarihi ve kültürel dokunun muhafaza edilmesidir. Bu noktada galiba hoyratça davranıldı. Her neslin bir Maraş’ı vardır, bizim neslin Maraş’ı da hayâllerde kaldı artık. Yine de depremden önce şehri gezerken o ruha rastlayabilirdiniz.

 

Onu soracaktım, 6 Şubat Depreminden sonra Kahramanmaraş’a gittiniz mi? O konuda neler söylersiniz?

 

Hiç sorma! 1999 Adapazarı Depremini bizzat yaşamış kimse olarak o gecede neler olduğunu, insanların ne yaşadığını, ana-baba gününü andıran bir kıyamet provasının gerçekleştiğini tahmin etmek hiç de zor değil. Depremden sonra gitmedim, gidemedim. Benim ilk gençlik yıllarımın Maraş’ı zaten kaybolmuştu. Şimdi hiç kalmadı. Bu günlerde TRT Türk kanalında Yedi Güzel Adam dizisinin eski bölümlerini veriyorlar. O sokaklar, caddeler, kaldırımlar, ahşap evler, Kapalı Çarşı, Trabzon Caddesi, Azerbaycan Bulvarı, Ulu Cami'nin saçaklı minaresi vs. yok artık. Kim bilir daha başka neler neler yok!

 

Maraş’ta geçmiş, unutamam dediğiniz bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

 

Uzunoluk dergisini çıkarırken ikinci sayının kapağına Yalnız Ardıç’ın yakından çekilmiş fotoğrafını koyacaktık. Cahit Zarifoğlu’nun ifadesiyle Müslüman olarak yalnızlığımızı, tek başına kalmışlığımızı simgeleyen bu ağacın fotoğrafını çekmek üzere şehirden iki arkadaşımızı Ahırdağı’nın eteklerinde bulunan yere gönderdik. Arkadaşlar bir de ne görsün, kesilmiş ağacın çortmuk dedikleri yerden yarım metre yüksekliğindeki gövdesi kalmış sadece. Karın diz boyunu geçtiği bir mevsimde tırmanmışlardı dağa. Maraş’tan gelen telefonda böyle böyle dediler, ardıç ağacını yakın bir zamanda kesmişler. Çok üzülmüştük. Zarifoğlu’nun Yaşamak kitabında geçen Yalnız Ardıç’la ilgili cümleler daha bir anlam kazanmıştı bizim için.

 

Söyleşi: Ömer Yalçınova

 

Evelâhir Sayı - 19