İYİ KİMSELER YURDU: ULUDAZ

 

Denizden 2300 metre yukarıdayız, Uludaz’dayız. Kahramanmaraş’ın batısı, Başkonuş yaylasının güneyi. Gözümüzün ildiği her yer ayağımızın altında. Zirvesinde sivrilen anten Başkonuş yaylasını Uludaz’a öykünüyor gibi bir havaya sokmuş sanki.

 

Aşağı yukarı bir saatlik bir yolculuğun ardından kahvaltı yapacağımız ve öğlen yemeğini yiyeceğimiz yere ulaştık. Eşyalarımızı Muhammet ustanın pikabından indirdik. Üzerimizdeki tozları silkeledikten sonra, çevreye bir göz atmak üzere yürümeye başladık. Ben ekibin en arkasında yürüyorum. Nefes almakta zorlanıyorum. Zaman zaman durup nefesimi toplamak zorunda kalıyorum.

 

Önümden Öksüz Osman Emmi yürüyor. Pek konuşmuyor ama konuştuğu zaman sesi iyi çıkıyor. Eski pehlivanlardan. Zorlanmadan yürüdüğü belli. Öksüz Osman Emmi babamın kardeşi. Anaları bir değil babaları da, ama ikisi kardeş. Onların kardeşliği öksüzlükten, yetimlikten, bir de gurbetlikten geliyor. Bir de fakirlikten. Gurbet ve fakirlik üzerine her şeyi aynı evde yaşamış gibi biliyorlar… Birbirlerine “ede” diyorlar. Onun yanından Değirmenci Durdu Emmi gidiyor. Değirmenciliği sonradan almış, esas adı Karali Durdu. Bir elinde değnek, öbür elinde bir şişe su. “Biz buralara ekin ekerdik.” diyor kucak kavuşmaz mezle -köknar- ağaçlarının olduğu yeri göstererek. Hasan var onun önünde, Hacali Ahmet Hasan. Ve hepimizin önünde Behzat yürüyor; Hacali Ahmet Hasan’ın Behzat, dört-beş yaşlarında. Birine bir şey sorarken lakabıyla birlikte söylüyor, soru sorduğu adamın adını; “Değirmenci Durdu Emmi başka su var mı?” “Çete Cuma Emmi yoruldun mu?” Hacali Ahmet, Çete Cuma ve Kekeç Süleyman da var yürüyenlerin arasında. Bir de bizimle yürümemelerine rağmen bilgisine başvurulanlar var tabii: Yahya Demir, Yaşar Seyithanoğlu, İbrahim Yiğit ve Abdullah Bilgiç.

 

Ben yine nefesimi toplamak için duraklıyorum. Benden başka herkes rahat yürüyor. Acaba benimki psikolojik mi? Öksüz Osman Emmi seksen küsur yaşında, Değirmenci Durdu Emmi açık kalp ameliyatı olalı bir yıl oldu, olmadı. Hasan, Hacahmet Hasan desen açık kalp ameliyatı geçirmiş biri… Evet, evet benimki psikolojik. Yüksekte oksijen azsa herkese az. Tabi bu işte kısa bir zaman içinde durup dinlenmeden zirveye ulaşmanın da etkisi var. 

 

Eskiler sabah namazından önce köyden çıkar, geri akşam namazından sonra sırtlarında birer şelek dağ çayıyla dönerlerdi.

 

Arabayla aştığımız “belleri” ve “geçitleri” saymazsak ben bu kadar yüksek bir dağa ilk defa çıktım. Bir müddet sonra nefesim düzeldi. Herkes gibi olmasa da durmadan yürümeye başladım. Yürümeye alışmışken kahvaltının hazır olduğu söylendi.

 

Kahvaltıdan sonra tekrar pikaba binerek dağın zirvesine çıktık, Kule’ye. Kule, bizim çocukluğumuzun Kafdağı… Ne laflar dinledik bu yangın kulesiyle ilgili. Ve “ebebeniever” yani uğur böceği: Değirmenci Durdu Emmi bir taşa elindeki şişeden birkaç damla su damlattı. Su taşa değer değmez taşın altından uğur böcekleri suyun olduğu yere hücum etti.

 

Küçük oğlanlar büyük kızlara verirdi buldukları ebebeniever böcüğünü, kızlar arkalarını döner avuçlarındaki böceğe hafif hafif üfler ve uçururlardı. Ebebeniever böceği hangi tarafa uçarsa, kızların nişanlısı, ya da evleneceği oğlan o tarafta denirdi. Kızlar utanırdı. Biz gülüşürdük, çocukken.

 

Uğur böceklerinin hangi dağda olduğunu kimse bilmezdi biz küçükken. Biz hangi dağda yenecek ne var ona bakar, ballandıra ballandıra onun lafını verirdik. Uludaz’da dağ çayı, sancı otu ve kekik olurdu mesela; kösüre taşı da getirirdi gidenler. Dede’de göbelek, -mantar- Kavlak Tepe’de alıç ve melengiç. Kozlar’da taş armudu, yonuz eriği ve fındık. Hemen hemen her dere kenarında ıspatan, yarpuz. Yer elması gibi topraktan sökülen potuk, emircek, arı salebi, çiğdem, cacık çiğdemi. Tekesakalı, yemlik, Halil ekmeği, kuzukulağı…

 

Baharın ucu göründü mü ekmeğine katık aramazdı kimse. Belindeki kuşağın arasına bir yufka ekmek koyar çıkardı evden.Uludaz’ın zirvesinde olduğumuzu hatırlıyorum tekrar. Denizden 2300 metre yukarıdayız. Kahramanmaraş’ın batısı, Başkonuş yaylasının güneyi. Gözümüzün ildiği her yer ayağımızın altında. Zirvesinde sivrilen anten Başkonuş yaylasını Uludaz’a öykünüyor gibi bir havaya sokmuş sanki. Kuzeyde kamalak ağaçlarıyla meşhur Dede. Hele Düldül! O ihtişamlı Düldül’den eser kalmamış. Büzülüp kalmış aşağılarda bir yerde. Elimizi uzatıyoruz üzerine doğru. Aklımıza Ali geliyor, Hazreti Ali Efendimiz. “Ali sevilmez mi hey dost deli misin sen?” türküsü geçiyor aklımızdan. Uzattığımız elimizi yüreğimizin üstüne bastırıyoruz tazimle. Dağ Ali’siz olur mu? Müslüman Türk, dağları Ali’yle dolaşmış; Ali önde kendisi arkada. Lafı yine Durdu Emmi alıyor: Bulunduğumuz yerden beş altı yüz metre aşağıda köylünün Yığlı dediği bir su varmış. Çeşme değil pınar da değil. Yerden kaynayıp gelen bir su. Akmıyor, ne kadar alsan azalmıyormuş. Rivayete göre Hazreti Ali Efendimiz saratla bir yerden bir yere su taşırken, yere bir damla düşmüş ve o damlayla bu su meydana gelmiş. Civardaki insanlar bu suyla yıkanır, elbiselerinden de bir parça yırtıp suyun başındaki çınar ağacına bağlarlarmış, böylece dertlerinden kurtulurlarmış. Yazları yayık yaymak için bu suyun başına gelirlermiş, bütün ayran çıkla yağa kesermiş. İçine taş atılsa bir saat kuyudan aşağıya giderken çıkardığı ses duyulurmuş. Bu suyun bir özelliği daha varmış ki dillere destan: Gusül abdestsiz yaklaşılmazmış, yaklaşıldığında “hooor” diye bir ses çıkartırmış!

 

Yaşar Kemal’in İnce Memed romanında Düldül’ün zirvesine kondurduğu, Anacık Sultan’ın Kırkgöz Ocağı’na bir keklik uçumu mesafede, Yığlı’nın biraz ilerisinde bulunan ve bugün duvarları yıkılmış, neredeyse belirsiz olmuş Çevirme adı verilen bir yer daha var. Burada Kırklar bir araya gelir çevrilirler, halka oluşturup zikir yaparlarmış. Büyüksır’dan Hacı Seydihan -Seyithan- Hoca da bu Kırklar halkasının ermişlerindenmiş. Hatta bir toplantıda oğlu da varmış ama abdest almayı unuttuğu için Kırklara karışamamış.

 

Ali’siz dağ olmaz da efsanesiz dağ olur mu? “Ali efsane değil mi?” Olsun o başka. Gerek bizim Karadere ve gerekse Uludaz’ın eteklerinde bulunan Büyüksır ve Küçüksır köylerinde yıllardır birçok efsane dilden dile dolaşır: 

Uludaz’ın adı Uluziyaret’miş eskiden. Hoca kim, talebe kim bilinmez ama hocası Uluziyaret’te, talebesi Dede’de yatıyormuş.

 

Kemal denilen bölgede isimleri bilinmese de üç tane seyit mezarı olduğu, insanların buraya dua etmeye geldiği söylenir. Eyi Kimseler Yurdu diyen de olmuş; Müslüman Türk’ün ahlâkına mugayir iş tutan bir kimse dağa geldiği zaman orayı terk edinceye kadar şimşekler çakar, yağmur yağar, derelerden, esiklerden seller gidermiş. Rahmetli Büyük Ahmet Dedem, “Müslümanlar bir yerde harp ettiği zaman Uludaz’ın Gavur Gediği taraflarından düşmanın üzerine top gülleleri fırlar gidermiş.” diye laf verirdi. Değirmenci Durdu Emmi’ye Büyüksır’ın Güney Obası’ndan Hasan Kâhya anlatmış: “Ben dağdan ateş çıktığını gördüm, büyükler sabah gidip ateşin çıktığı yere baktılar, küçük diye beni götürmediler.” demiş. Aynı olayı Avan Mıstık’ın hanımı Aniş -Ayşe- karı da beş altı defa görmüş. Kendilerinin “Ateş topu deliği” dediği yerden geceleri sessiz bir şekilde ateş topları çıkar, güney batıda Anabat Gediği denilen yerin üstünden kaybolurmuş. Çıkan kıvılcımlar yıldız olurmuş.

 

Durdu Emmi değneğiyle taşları gösterdi ve “Hasan Emmi doğru söylüyor bakın buradaki taşlar siyah.” dedi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Maraş’ta milli eğitim müdürlüğü yapmış olan Besim Atalay, Maraş Tarihi ve Coğrafyası adlı kitabında, “Uludaz’ın tepesinden Kayseriyenin Erciyes dağı görülürmüş. … Uludaz dağında vaktile güzel ormanlar var iken bugün hemen kalmamış gibidir.” dedikten sonra, “Uludazda volkan alâimi görülmektedir. Bu dağlarda birçok nebatat ve hayvanat enkazı bulunur.” diyor. Ayrıca dağda volkanik faaliyetin en son iki yüz yıl önce görüldüğü yönünde bilgiler de bulunmaktadır. Esasen bu konular uzmanlık isteyen işler olduğu için biz burada bırakalım.

 

Öğlen yemeğinden önce dağ çayı toplamak üzere yürürken; on iki-on üç yaşlarında bir çoban çıktı karşımıza. Çoban, Ali ve efsaneden sonra bir dağın olmazsa olmazıdır. Ekipten birkaç kişi babasını tanıyormuş. Bisküvi ve çikolata ikram ettik. Çobana anlattırmak istedikleri olayı bilenlerden biri “Canavarla -kurt- ne yaptın?” diye sordu. Meğer bunların yüz tane keçisi varmış, bir ay kadar önce bir sis bastırmış. Bizim küçük çoban davarı orada bırakıp telaşla eve kaçmış. Sürüye kurtlar girmiş. Köpekler altmış keçiyi kurtlardan kurtarıp köye indirmişler. Diğer kırk keçiyi kurtlar parçalamış.

 

Öğle yemeği, ikindi namazı derken güneş Çolak gediğine doğru inmeye başladı. Öksüz Osman Emmi Uludaz’a veda zamanın geldiğini söyledi. Sabah şen şakrak gelen çocuklar bir taraftan, dizlerini üfeleyen hanımlar bir taraftan oflaya puflaya pikabın kasasına doluştuk; içleri dağ çayı ve kekik dolu torbalarla.

 

Hasan Keklikçi

 

Evelahir Sayı-10