KEMAL SAYAR:İNSAN RUHU, MAHVOLUŞLARLA ÖRSELENSE DE YIKILMAZDIR.

 

Ben de bir depremzedeyim. Kendimi dışarıdan göremiyor ve tahlil edemiyorum. Sayın hocam büyük felakete uğramış kişilerin psikolojisini, davranışlarını, tepkilerini merak ediyorum. Felaketzedelerde ortak tepkiler oluyor mu?

 

Öncelikle hepinize ve tüm ülkemize geçmiş olsun diyorum. Bir felaketin ardından yaşamda kalan insanlarda beklenmesi gereken müşterek birkaç tepki ve süreç var gerçekten de. Bunlardan ilki elbette yas süreci. Sevdiklerini, dost, akraba ve komşularını, tanıdıkları yüzleri, aşina oldukları sokakları, şehri, yaşam tarzlarını ve dünyada emniyette olma hissini yitiren insanlar, tüm bu kayıpların ardından parçalanmış hayatlarını, bu yitiklerin etrafında yeniden tanımlamak, anlamlandırmak ve kurmak zorunda kalacaktır. Bu kayıplarla yüzleşmek, aşama aşama geri dönüşlerle ve tekrarla geçilecek bir süreç. Tanımlı yas süreci, inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul aşamalarından oluşuyor. Bu sıralamayı dediğim gibi değişebilen ve tekrarlayan aşamalar olarak düşünmek gerekiyor. Yasın ilk aşamasında şok, inanmama, reddetme, olanı gerçek dışı hissetme, tepkisizlik, donukluk, bellek ve bilinç kopuklukları mümkün. Sonraki aşamalarda üzüntü, öfke, korku, odaklanamama, akabinde depresyon, ilgisizlik ve yaşamdan kopuk hissetmek duyguları beklenen bir ruh hâlidir. En sonunda, öfke, özlem, kaygı- korku ve depresif ruh hâli giderek zayıflar ve kişi hayatın sorumluluğunu almak için durumun gerekleriyle uzlaşır.

 

Afet durumunda beklenmesi gereken ikinci süreç, travma sonrası stres bozukluğu; ki bu etkenin yas sürecinin ve etkilerinin karmaşıklaşması, şiddetlenmesi ve uzamasına neden olması ihtimali oldukça güçlü. Her iki sürecin birleşmesi, bedensel, zihinsel, ruhsal, sosyal pek çok işlevin olağandışı şekilde bozulmasına yol açabilir: tedirginlik, kaygı, güvensizlikten, uykusuzluk, halsizlik, bedensel ağrılar, çarpıntı, iştahsızlık, yutkunmada ve nefes almada güçlük, sindirim sistemi ve hormon dengesi bozukluklarına kadar geniş bir yelpazede psikolojik ve psikosomatik belirtiler aylarca sürebilir. Kaybın yaşandığı hatıralardan ve mekânlardan sürekli kaçınma veya oradan ayrılamama gibi farklı uçlarda seyreden bir tekrarlama dürtüsüne sıkça rastlanır. Madde bağımlılığı, ölüme takıntılı alaka, intihar düşüncelerinde artış tehlikelidir ve sürecin doğal akışında geçmesi beklenmeden derhal müdahale gerektiren durumlardandır.

 

Tüm bunların yanı sıra, ‘hayatta kalanın suçluluğu’ (survivor’s guilt) duygusu da travma sonrası stres bozukluğunun (TSSB) yaygın belirtilerin birisi. ‘Neden ben hayatta kaldım?’ ya da ‘Neden başkalarının- masumların ölmesi gerekiyordu’ sorusu, Ancak bunlar kadar, aslında daha da önemli olan bir başka husus, felaketi yaşayan insanların fiziksel, ekonomik, bedensel şartlarının ikame edilemeyecek şekilde kırılmış olması. Bu değişim, kaygı, korku, umutsuzluk, çaresizlik hislerinin artışıyla, iyileşme iradesinin felç olmasına, yasın yaşanamamasına, gömülen bu yasın içten içe tüm ruhu ve yaşamı kemirip ifsat etmesine neden olabilir. Bu nedenle her şeyden önce insanların yaşam şartlarının elden geldiğince olabildiğince erken normalleştirilerek onlara umut aşılanması, kontrol duygularının güçlendirilmesi, yalnız bırakılmayacakları güveninin ruhlarına zerk edilmesi gerekiyor. Tüm bunlar, en temelde yas sürecinin yaşanabilmesi için elzem koşullar.  

 

Hocam yıkım şehirde olduğu kadar kalbimizde ve düşüncelerimizde de oldu. Belki de daha fecisi insanın içindeki yıkımdı. Ayağa kalkabilecek miyiz? İçimizdeki enkazı nasıl kaldıracağız?

 

İnşallah. İnsan ruhu, mahvoluşlarla örselense de evvelinde sakatlanmamışsa ve kırılganlaşmamışsa, yıkılmazdır. İstese de yıkılmaz, yaşama içgüdüsü kendisi veya sevdikleri için galebe çalar. İnsanların çok büyük bir kısmı travmatik, sarsıcı, ıstırap veren olaylar yaşar, hemen her hayatın içinde sağanak, fırtına ve tufan gerçekleşir, ancak pek az bir kısmımız travma sonrası rahatsızlık ve hastalık yaşıyor. Büyük oranda, acılar, hayatta kalmanın rağmına ruhumuzu güçlendirir ve bizleri olgunlaştırır. Acılarımızdan öğrenebilmek, onları kendimiz ve başkaları için daha iyi bir yaşam kurmaktaki ustalarımız olarak görmek hayatın olağan akışında daha sık rastladığımız bir motif. İyileştirici deneyimler, bir ruhu sağaltabilmeye muktedir. Şefkat, sevgi, ilgi eylemleriyle, dayanışma ve anlayışla, sosyal destekle ve en nihayetinde psikolojik destekle enkazı kaldırabiliriz. Geçmiş, geçmeyecek maalesef, kaybettiklerimiz dönmeyecek, acılar yok olmayacak, hatıralar ölene dek ışığını üzerimize düşürecek. Bunların hüzünlü ezgisi yeni bir aksak ritim ekleyecek hayata, sevincimize, neşemize, lokmamıza bir buruk tat hep karışacak. Ama zaman enkazı kaldıracak.

 

Depremi yaşamış insanlar nelere dikkat etmeli, nelerle meşgul olmalı ve nelerden kaçınmalı? Daha çok yara almaktan kaçınabilir miyiz?

 

Maalesef. Sadece doğmamış olanlar ve artık yaşamayanlar yaralanmaktan muaf. Yaşamak, yaralanmak ve iyileşebilmekle yürünen bir menzil. Ama hayatı yeniden diriltebilmek için ufak ufak bir şeylerin ucundan tutarak başlamak gerekiyor. Yeniden güven hissini ve kontrol duygusunu tesis edebilmek, insanlarla müspet, dayanışmaya dayalı ilişkiler geliştirmek, anlatmak, hatırlamak, güzelliklerin yeniden farkına varmak gibi şeyler. Bunlara payanda olacak yaşam değişikliklerini de gerçekleştirmek gerekiyor elbette. Daha güvenli konutlarda yaşamak, psikolojik ve sosyal olarak desteklenmek gibi olgusal değişiklikler, yaşam kaygısını ve korkusunu azaltacaktır.

 

Depremzedelere nasıl yaklaşmak lazım? Mesela onları anlamak mümkün müdür?

 

Depremi yaşamamış insanların, anlıyorDaha güvenli konutlarda yaşamak, psikolojik ve sosyal olarak desteklenmek gibi olgusal değişiklikler, yaşam kaygısını ve korkusunu azaltacaktır. muş gibi davranmaları, aynı kayıpları yaşamamışların empati yaparak anladıklarını söylemeleri yanlış bir tutum. Sahne bizim değil; bizim yaşadığımız kaygı, acı ve yas duygusunun niteliği depremzedelerinkiyle aynı değil. Ancak, dinleyebiliriz. Onlara bizim söyleyecek bir sözümüz yok, içlerinde külçelenen dehşet ve acının zehrini akıtmak için onların konuşma önceliği var. Biz, depremi yaşamamışların bunun dışında yapabilecekleri yegane şey, ihtiyaçlarını öngörerek sürekli ve organize şekilde karşılamak, yaşam çevrelerini düzeltmek, maddi ve eylemli yardımla sessizce işimizi görmek. Bunun için kamu ve sivil toplum kuruluşların kaynaklarını seferber etmelerini sağlamak, adaletin tesis edilmesi için süreçleri takip etmek gibi şeyler. Şunlardan kaçınmalıyız; medyada etkileşim peşinde gövde gösterisi yapmak, dezenformasyona katılmak, yapılan güzel ve iyi şeyleri baltalamak, destek yerine köstek olmak. Hayır işleyemiyorsak ve söyleyemiyorsak, en güzeli susmak.

 

Hocam Maraş’ta veya Hatay’da -buralarda yıkım fazla olduğu için örnek veriyorum- artık hayat eskisi gibi olmayacak mı?

 

Bu düşünce de insanı ümitsizliğe sevk ediyor. Eskisi gibi olmamalı zaten, olmayacaktır da. Ancak yeni şehirler ve yeni yaşamlar kurulabilir. Eski güzellikler korunup onarılarak elbette. Ziyaret ettiğim bu şehirler bir mücevher gibi nice şiirli eserle bezeliydi, onlar şehrin kimliğini yaşatmaya devam edecektir. Bu dehşetin hatırası, ister istemez zamanla solacak: Hafıza-i beşer nisyan ile malul. Belki birkaç yılda değil ama çok da uzun olmayan bir sürede hayat yeniden olağan seyrine dönecektir muhakkak. Ama daha güzel bir şehir, daha insani ve güvenilir bir yaşam mekânı inşa etmeye de yaramayacaksa bu acıdan hiçbir şey öğrenilmemiş demektir. Depremle yaşama kültürü her nesilde bilince kazınmış bir nitelik kazanmalı, biz bir deprem ülkesiyiz ve bu binlerce yılda bile değişmeyecek bir gerçeklik. Şehir kurma ahlakımızı tepeden tırnağa ıslah etmemiz, konut ve arsa sahiplerinden, müteahhit, mühendis, mimar, işçi, usta, kamu görevlisi, denetçisine kadar herkes, ihmal ve tamahın maliyetinin para değil, çocuklarımızın yaşamı olduğunu bir an hatırımızdan çıkarmamamız gerekiyor.

 

Toparlama babından, son olarak neler söylemek istersiniz?

 

“Uzun vadeli soru, ne tür bir çevre istediğimiz değil, ne tür bir insan istediğimizdir,” demişti Harvey. Bugün yaşadığımız zihinsel kakafoninin bir nedeni de içinde yaşadığımız çirkin, güvensiz ve sermaye odaklı şehirler ve konutlar. Deprem bir kader olsa da depremdeki can kayıpları sosyo-ekonomik bir yozlaşmanın insan elinden sadır olan neticeleri. Yer kabuğu kendini onaracak ve yaşam kırıldığı yerden daha bereketli fışkıracaktır muhakkak. Maalesef ki bu bir gerçek; fay kırıkları, taşkınlar, yanardağ püskürmeleri toprağı ve canlılığı besler, bu nedenle insanlar etraflarına yerleşim alanı kurmuşlar binlerce yıldır. Ancak metropoller, modern şehirler endüstri ve sermaye putları için çektikleri insan kitlelerini bu afetlerde kurban veriyorlar. Bu, artık göze alamayacağımız fakat önünü alabileceğimiz bir gerçeklik. Evlerimizi emniyetli yuva kılabilir, şehirlerimizi insan canını ve ruhunu esirgeyen esenlik yurdu olarak yeniden kurabiliriz. Çünkü bu emin bir çevre tasarlama değil, emin bir insan tasarlama sorunu.

 

Ömer Yalçınova

 

Evelahir Sayı-15