MARAŞ BLUES

 

Maraş’a geldiğimde payıma düşen bir gariplik hissetmemek olur daima. Tuhaf bir şekilde bildiğim bir yerde olmanın güvenini duyarım gelip gitmelerimde.

 

Yazmaya başladığımdan beri farkında olduğum bir gerçeklik: Ben bir mekân öykücüsüyüm. Mekânın içimde kurduğu o derin hikâyeyi anlatmaya çalışıyorum yazarken. Yaşadığı ev değişikliğine, okul değişikliğine hatta şehir değişikliğine karşı tepkisiz sürüp giden hayatlara inat bir yerde bulunmak bende çok büyük yer kapladı. Kurmaca bir metni yazmadan önce de ilkin mekânı düşünüp ona göre pozisyon almam bundan. Çocukluğumdan beri sürüp gelen bu hasleti şimdi mekân üzerine uzun boylu düşününce daha iyi anlıyorum. Zihnim mekânlarla hatta onların temel dekoru olan şehirlerle şekillendi. Şehirleri kokularla, yapılarla, renklerle kodladım zihnime. Aralarındaki bağlantıyı, benzerliği, farklılığı ayırt etmeye çalışırdım. Yeğenim de başka bir şehirde palmiye görünce “Aaa Adana ağacı!” diye işaret etmişti. Mekânlar hakkında farkında olmadan biriktirdiğimiz imgelerin toplamı bu cümlede saklı. Şehirle ve mekânla bağlantılı tüm imgeler bizde böyle bir toplam oluşturuyor. Çocukken belli tipteki pencere ferforjelerini sadece Adana, Mersin ve Osmaniye’de görür, aralarındaki bağlantıyı çözmeye çalışırdım. “Anne aynı usta mı yapmış tüm bunları?” Yahut merdiven dairelerini kaplayan delikli tuğlaların sıcak memleketlerde olduğunu fark etmem. Ağaçlar, çiçekler, kuş yuvaları, kaldırım taşları… Bu böyle uzar gider.

 

İşte çocukluğumdan beri gittiğim her şehir için ayrı ayrı kurduğum imgeler heybemi bu yazıda Maraş için açacağım. Çünkü Maraş benim mekân temelli hikâyemin şehirlerinden birisi. Benim dahi fark edemediğim ama belki bir Maraşlının okuduğunda şıp diye anlayacağı mekân unsurları serpilmiş olabilir yazdıklarıma. Bunun arka planına kısa bir tur atmak niyetim. Nedir babası Adanalı annesi Antepli olan bir adamı kısa süreli dahi olsa yaşamadığı bir şehre böylesi yakın kılan? Bu sorunun cevabını bulacak mıyım bilmiyorum ama mekân üzerine düşünmenin bende bıraktığı lezzet için dahi bu arayışa değer.

 

“Bu şehir Antep gibi kokuyor.” , “Ne güzel yokuşlu sokakları var, bisiklet sürmesi ne keyifli olur burada.” , “Her damda tarhana serili, kuşlar da hiç aç kalmaz.” diyen bir çocuk vardı. O çocuğun izinden gidip bir şeyler bulacağımı düşünüyorum “İnsanın anayurdu çocukluğudur.” diyene selam ede ede.

 

Maraş’a geldiğimde payıma düşen bir gariplik hissetmemek olur daima. Tuhaf bir şekilde bildiğim bir yerde olmanın güvenini duyarım gelip gitmelerimde. Antep’e benzeyen sokaklardan, onunkileri andıran şemsiyeli minarelerden, ortalığı saran yemek kokularından olabilir bu. Yahut birbirine ulanan kurtuluş destanlarından.

 

Bu ihtimalleri aklımda tutup bunların tümünün beni sardığı bir güven duygusundan bahsedeyim. Bu güven duygusu mekânı sahiplenmemizden olabilir ya da onun bizi sahiplenmesindendir bilmiyorum. Çözmeye çalışalım hadi: Kayseri’de yaşarken annemle babam memleket hasretine deva diye Adana ve Antep’te çekilen dizileri daha bir şevkle izlerlerdi. Yedi Güzel Adam’ın ilk yayınladığı gün bu hissi yakından duymuştum. Bizim oralardandı anlatılan hikâye. Maraş’ta garip olmamanın bir sebebini buluyor gibiyim: Gıyabında dizilerle dahi olsun sahiplendiğimiz bir şehir, koynuna girdiğimizde elbette saracaktır bizi. Hikâyenin doğası bu. Evi dağılanın yurdu genişler mi bilmem ama memleketinden ayrılanın genişliyor. Öyle bir genişliyor ki Kayseri’den Antep’e altı saat süren otobüs yolculuğunun üçte ikisinin bitmesi anlamına gelen Maraş’a varmak, eve varmak oluyor mesela. Maraş’a vardıysak tamamdır artık memlekette say kendini. Bu sahiplenme başka yerlerde de sürüyor.

 

Maraş bir şekilde beni kendisinden ayırmıyor. Trabzon’a üniversite okumaya gittiğimde şehrin ortasında Maraş Caddesi yazılı bir tabela görünce gayriihtiyari gülümseten bir tanışlık hissi. Maraş’taki Trabzon Bulvarı keza. Ağabeyimin Maraş’ta okumasını da not edeyim şuracığa. İki kardeşin iki kardeş şehirde okuması da başka bir hikâye değil mi?

 

Nihayet Maraş ile aramdaki kader düğümüne bir yenisi ulanıyor yakınlarda. Salgının tavan yaptığı dönemde Antep’teki salonlarda yer bulunmuyor. Bulunsa dahi kısıtlamalar, tedbirler, iç sıkan önlemler. Akıllara Maraş geliyor. Olur mu ki? Bal gibi de oluyor. Yarı Adanalı yarı Antepli bir çift olarak Maraş’ta düğün yapıyoruz, dağların tepesinde bir orman kuytusunda hem de. Maraş, bir yuvanın kapılarını açtığımız anahtarı da sunuyor bize. Daha ne yapsın?

 

Zihnimdeki haritada yaşayabileceğim şehirlerin sınırlarını çizer dururum yıllardır. Bu sınırın dışına çıkmak, başka bir yerde olmak, garip olmak demek olacaktır. İşte o çizginin en kuzeyinde duruyor Maraş. Yaşayabilirim dediğim yerlerin psikolojik sınırının berisinde. Belki gün gelir yaşarım da bilmiyorum ama yaşamadan dahi kendini memleket kılan bu şehre kibar bir selam olsun bu yazı. Sorumun cevabını da buldum sanıyorum: Kan ispatsız kaynıyor. Her daim.

 

M. Fatih Kutlubay

 

Evelâhir Sayı - 12