MARAŞ İŞİ SİM SIRMA NAKIŞI’NIN SIRRI

 

Tam da sim sırma nakıştaki gibiydi her şey. Gülbahar altın kalpliydi, Bey Oğlu’ysa bir yakamozda ışıldarcasına gümüş benizli…

 

Koca bir şehir onu konuşuyordu. Onun şiir gibi bakışlarından, aktan ak ellerinden, ipekten ipek kadife teninden bahsediyordu… Bey kızı Gülbahar’ı konuşuyordu şiir şehir Maraş. Evlilik çağına gelmiş her genç kızın bir kısmet vakti elbette vardı. Lakin hak sahibine şirin görünmezse ne ağa kızı ne bey kızı olmakla bir gönle hüküm vermek aynı şey değildi. Bey Baba, kalınca kaşlarını kaldırdı bir sabah… Hüküm veren kararlı bakışlarını kızı Gülbahar’a denk gelmeyecek denli özenle yöneltti hatununa. “Vakti var!” dedi. “Her baharın bir vakti var! Geçerse? Geçirmemeli işte onu!” diye seslendi. Sözlerine devam etmedi. Duvarlar çınladı Bey konağında. Sessizlik, bir kitaba girer gibi yazıldı etrafa. Gölgeler birbirleriyle bakıştı adeta. Az sonra birdenbire yüzü şefkatle yumuşayan Bey Baba şehrin kapısına doğru tebessümle bakıp yine seslendi: “Bu vakitten tezi yok, şehrin kapısından ilk giren her kim olursa olsun gül kızım Gülbahar’ın, altın tahtı ve bahtı olsun!” Bey sözüydü! Anlayanlar anlamıştı. Gülbahar’ın gül çağı geçmemeliydi.

 

O günden sonra beylik içinde günler, her şeye rağmen nezaketle ve ipeksi bir sessizlikte geçti. Maraş şehrinin taze sümbül kokusunun duyulduğu bir gece Bey Baba adeta sefere hazırlanmış atlarının arasından konak ahalisine sesleniverdi: “Hâliniz nice güzeller?” Öyleydi işte. Konakta fırtına dinmiş, Bey Baba’ysa gönül alma kabilinden ve daha çok Gülbahar’a duyurmak için sesini, konağın orta yerine doğru seslenmişti. Gülbahar, güzelliğinden adeta eteklerinde bin bir çiçekli Maraş Ahır Dağı’nın bütün çiçeklerinin dinlendiği şefkat ve güzellik abidesi bir genç kızdı. Bey Baba'sının seslenişine heyecanla koşuverdi Gülbahar… Ellerinde, gecenin zifiri karanlığını aydınlatan, üzerinde altın ve gümüş renkli ışıltılarıyla göz kamaştıran bir şeyler vardı. Adına "tennure" denilen Maraş İşi Sim Sırma Nakışı’yla işlenmiş göz alıcı bir Bey elbisesiydi. Sim sırmalarla bezeli tennureyi Bey Baba'sının omuzlarına bir kuş gibi konduruverdi Gülbahar… Bu bey elbisesinin üzerinde, kimi “sim” denilen gümüş tellerle, kimi “zer” denilen altın tellerle işlenmiş olan göz alıcı nice nakışlar vardı. Nakışların her biri, adeta Gülbahar’ın duygularını anlatıyordu. Öyleydi işte, bir Maraş kızı duygularını sanatla anlatırdı. Bey Baba, kendisine sunulan tennure üstündeki her bir nakşın anlamını adeta Gülbahar kızının kendisine yolladığı uzun ince bir mektup gibi okuyup anlamlandırmıştı. Bey Baba’nın geniş cüssesine giyindiği tennurenin üzerindeki sim sırma nakşın altın ışıltısı, geceleyin gökyüzündeki aydan ışıklanıp şehrin giriş kapısını aydınlattığında, kapıda atının eyeri üzerinde hafifçe doğrulup Bey Baba’yı ve Gülbahar’ı selamladıktan sonra atından inen nezaket timsali bir Beyoğlu Bey’e dönüşmüştü adeta…

 

Bir yıldız gibi geceye düşen tennurenin sim sırma nakşı, yoldan geçen bir Bey Oğlu’nun gözlerini kamaştırmaya yetmişti. Tennureden yayılan ışıltılar adeta Gülbahar’ın saraya gelin gideceği o kader yolculuğunun da bir davetiyesi oluvermişti.

 

Bir ömür boyu sürecek iki gönlün telaşı, o gece şehrin kapısında böylece başlayıvermişti… Maraş’ta anne babasının baş tacı olarak yetişen Gülbahar, bundan böyle saraya hanım sultan olup taç kuşanarak sılasından saraya gelin gidecekti. Tam da sim sırma nakıştaki gibiydi her şey. Gülbahar altın kalpliydi, Bey Oğlu’ysa bir yakamozda ışıldarcasına gümüş benizli… Gülbahar ve Bey Oğlu, artık birlikte ışıldayacaklardı hayat yollarında. Tıpkı Maraş İşi Sim Sırma Nakıştaki gümüş ve altın teller gibi… Hayatın tersi de vardı düzü de. Birlikte göğüs gereceklerdi bütün zorluklara. Tıpkı sim sırma nakıştaki hiristo teyeller gibi… İlmek ilmek sevgiyle örülecek aşk dolu bir yürüyüş başlıyordu onlar için. Tıpkı sim sırma nakşındaki altın iplerle hayallerin tel tel işlendiği gibi. Birazdan başlayacaktı Gülbahar’ı saraya gelin götürecek olan uzun ince bir yolculuk…

 

Sümbül kokulu odada, Maraş işi ceviz oyma çeyiz sandığını açıverdi Gülbahar’ın annesi. Önce adına Dival denilen Maraş İşi Sim Sırma’dan altın tellerle işli bir ipek mendil uzattı kızının akça ellerine: “Bundan böyle gittiğin kapıda gülsen de ağlasan da gözyaşlarını hazine bil, bu ipek mendilde biriktir gözlerinin her bir inci tanesini,” dedi. Ardından, gül nakışlı sim sırma kadife bohçasını açtı Gülbahar’ın önüne: “Bu bohçaya gülüşlerini koydum. En kıymetli çeyizin gülüşündür, gülüşlerini gözlerinde sakla,” dedi. Sonra sim sırmayla işlenmiş atlas ipekten bindallısını giydirdi gül kızının sırtına: “Bin dal olasın, ocak oba büyüyesin. İki cihanda parlayasın!” diye dualar etti. Son olarak sim sırma işlenmiş terliklerini sundu kızının al topuklu ayaklarına: “Yürü Gülbahar’ım!” dedi. “Gittiğin yollar altın olsun, girdiğin kapılar ışıldasın. Her daim doğrulukta yürüyesin,” dedi.

 

Sıra; Gülbahar’ın Maraş işi yaparken kullandığı “cülde” denilen tezgâhı, nakışları sabırla oyarken kullandığı “möhlüke” denilen keskiyi ve nakşı işlerken ip olarak kullandığı haddeden çekilmiş altın ve gümüş telleri Gülbahar’a teslim etmeye gelmişti. “Unutma kızım,” dedi, “kaderi bir nakış gibi sökemezsin! Ama kalbini her gün altın gibi yeniden işleyebilirsin!”

 

İşte o günden sonra Maraş İşi Sim Sırma Nakış’ı, Maraş diyarında saraylara gelin giden altın bahtlı ve altın tahtlı kızların çeyizi oluverdi! Maraş İşiyle nakışlanmış çeyizleri her kim kullandıysa onun altın tahtı ve altın gibi bir bahtı oldu. Nakşın ışıltısı ve ünü böylece Bey’ler diyarı Maraş’tan bütün dünyaya yayılıverdi.

 

İnci Okumuş

 

Evelâhir Sayı - 13