MARAŞ MARAŞ DEDİKLERİ

 

Maraş’ın adını ilk türkülerde duydum. Kahramanlığıyla zihnime çakıldı daha sonra bu şehir. Edebiyat dünyasıyla tanıştıkça gördüm ki benim şairim dediğim isimlerin çoğu ya Maraşlıydı ya da yolu Maraş’a uğramıştı. Üniversite yıllarımda en yakınım dediğim isimler hep Maraşlılardan oldu.

 

Üniversitenin birinci sınıfındaydık. Okulun ilk açıldığı günler. Sınıfta bir arkadaş yok. Her yoklamada yok yazılıyor. Adı Devrim. İsminde bile gizem var. Kız mı erkek mi onu bile bilmiyoruz. Sonradan duyduk Sivas’a gelirken bindiği Maraş otobüsünü teröristlerin taradığını, ölü ve yaralıların olduğunu, yaralılardan birinin de bizim sınıftaki arkadaşımız Devrim olduğunu. Aylar sonra koltuk değneği ile çıkageldi Devrim. Esmer duruşlu, her şeye rağmen yüzü gülen, muhabbet ehli bir arkadaş. Tanıştık, sarıldık, ısındık birbirimize. Maraş’a dair ilk bildiklerimi hep Devrim anlattı bana. Konuşurken “Ede” derdi en içten muhabbetle.

 

Çantasından; “Bu da bizim cipsimiz.” deyip yediği tarhanaya hepimizi o alıştırmıştı. “Ot var, ister misin?” diye ilk soran da o. Maraş ve Kahramanmaraş ayrımına takılmayan ender Maraşlılardandı. “Biz zaten kahramanız, Sütçü İmam’ın torunu olmak kolay değil.” derdi.

 

Daha sonra üst sınıfta da bir Maraşlı var, dedi bir arkadaş. Devrim buldu, tanıştı, tanıştık. “Ben Recep Şükrü Güngör, Maraş’ın öykücüsü.” dedi. “Abi, adın bile yazar adı.” dedim. “O, Recep Şükrü Apuhan, ben Güngör, karıştırma.” dedi gülerek.

 

Maraş’a ilk gidişim Devrim’in babasının cenazesi için oldu. Ani bir ölümdü ve ailesi bana ulaşmıştı. İlk kez birine ölüm haberi verecektim, veremedim. “Baban biraz rahatsızmış. Seni çağırıyorlar.” dedim. “Ede, bu işte bir iş var ama hayırlısı.” deyip yola düştü. Biz de birkaç arkadaş cenaze için Maraş’a doğru yola çıktık. Maraş, Elbistan, Afşin… İlk kez gittiğim yerlerdi buralar. Rehberimiz Recep Şükrü Güngör. Cenazeyi Afşin’de defnettik. Orada bizi Eshab-ı Kehf Külliyesi’ne götürdü Recep Şükrü. “Başka yerde de vardır ama gerçeği burada Eshab-ı Kehf’in.” diyerek gezdirdi bizi. Oradan Maraş’a geçtik. Eski mahalleler, bahar kokulu sokaklar, şehre hâkim noktadaki kale, inci gibi dizilmiş tarhanalar arasında gezdikten sonra, “Sıkı durun, gidiyoruz.” dedi ama nereye olduğunu söylemedi. Bir apartman dairesinden girdik, birkaç kat çıktık, kapıyı çaldık, karşımızda Bahaettin Karakoç. Heyecanımız dorukta. Oturduk, hasbıhal ettik. “Senin soyadın bile şiir gibi, Uçurum.” dedi bana. Bundan sonra ne zaman karşılaşsak hep aynı şekilde seslendi bana Karakoç. Şiirlerden, şehirlerden konuştuk, Abdurrahim Karakoç’un kulağını çınlattık. O yoksa şiiri var deyip bir şiirini okudu Recep bize. Ben bir ara ortamın şiirselliğinden olsa gerek; “Sivas’ta dergi çıkarsak bize de şiir verir misiniz?” diye sordum. “Veririm tabii, siz çıkarın hele derginizi.” dedi. Birkaç yıl sonra Martı dergisini çıkardığımızda istedik şiirimizi; “Aşk Mektupları VIII” şiirini gönderdi. Dergimizin üçüncü sayısının kapağını süsledi şiir.

 

Bir gece kaldık Maraş’ta. Ertesi gün otobüs saatine kadar gezelim, dedik ama Recep Şükrü boş durur mu, bizi bir nalbur dükkânına götürdü. “İşte Şevket Bulut, benim öykü üstadım.” dedi. Bir cenaze için çıktığımız yolculuk bir anda bereketli bir seyahate dönüşmüştü. Şevket Bulut’la da epey sohbet ettik. Hareket dergisi, Nurettin Topçu, hikâyeler, Anadolu bereketi derken otobüs saatine kadar dolup dolup taştık. Maraş benim için şiir, şair anlamına gelirken artık dost kavramının da en sıkı yol arkadaşlarını kazandırmıştı bana. Maraş taraflarından küçük bir ışık almayayım, hemen düştüm yola. 97 yılıydı. Recep Şükrü öğretmen olarak Elbistan’da göreve başlamıştı. Bizi de sürekli davet ediyordu evine. “Bekâr evimi şenlendirin.” deyip ekliyordu; “Siz öğrencisiniz, yol paranız da benden.” demeyi ihmal etmiyordu. Bir akşam hadi gidiyoruz deyip yol hazırlığına başladık. Aynı evde kaldığımız arkadaşım, “Nereye bu kez?” dedi. “Elbistan’a.” dedim. “Pasaportun var mı ki?” demesin mi? Baktım ki gayet ciddi. “Elbistan’a pasaportla girilmiyor, sıcak bir dost daveti yeterli.” deyip düştüm yola. Buluştuk Recep’le, hasret giderdik. Çalıştığı okula gittik. Okulun üst katında yurt vardı. Misafir bölümüne götürdü bizi. Odada yatan biri vardı. “Şair kalksana, bak kimler geldi?” dedi. Gözlerini ovuşturarak yerinden doğruldu şair. Saçlar kıvırcık, bıyıklar burma, yüzde mütebessim bir hâl. İnternetin icat olmadığı yıllar. Kimse kimseyi yüz yüze tanımıyor. Gönülden gönüle bağlar kuruluyor sadece. Bizi tanıttı. “Sizce kim bu arkadaş.” diye sordu bize. Maraşlı olmak ve şair olmak çok da abes olmadığı için tahmin yapmak oldukça güçtü. “Şair, ressam, öğretmen Bünyamin K.” dedi Recep. İsmi duyunca kalkıp bir kez daha sarıldık birbirimize.

 

Evet, Maraş’ın adını ilk türkülerden duydum. “Maraş'tan bir haber geldi / Dediler ki Merik öldü / Keşke Merik ölmeseydi / Kesileydi elim kolum” türküsünü Mehmet Seske’den dinlerdik. Hilmi Şahballı’dan da Maraş türküleri dinlerdik Sivas’ta walkmanimizle. Mahzunu Şerif’i ilk sıraya koyardı Devrim. Sivas’ın havasından, suyundan olsa gerek Devrim adını değiştirmişti üçüncü sınıfa geçince. Tarık Ziya oldu birden bire. Mahzuni’ye devam mı diye sorduğumda; “Adımızı değiştirdik Ede, hâlâ Maraşlıyız şükür.” derdi.

 

Yedi Güzel Adam’la birlikte daha geniş kitleler Maraş’ı ve bu toprağın şairlerini tanımış oldu. Bizim tanışıklığımız şükür ki eskilere dayanıyor. Şehrin adını her duyduğumda içime konan dost sıcaklığı hiç eksilmedi. Yeni dostlarla hep canlı kaldı. Bir gün Maraş’tan bir haber geldi, hepimizi yıkan, yerle bir eden bir haberdi bu. Dostlar, kardeşler, caddeler, sokaklar, anılar, enkaz gibi yığıldı içimize. Nefesimiz kesildi. Damağımdaki mayhoş tarhana tadı bir anda öyle acıdı ki bir şehir nasıl sevilir, bir şehir nasıl üstüne yıkılır insanın an ben an ben Maraş’la birlikte yaşadım. Bu büyük sarsıntı ile ben de çok şey kaybettim herkes gibi. En çok da gençliğimi…

 

Mustafa Uçurum

 

Evelâhir Sayı - 19