MARAŞLILARIN BAYRAMI 

 

O karanlık günlerde Maraş’ı bir kül yığını yapan yangınlar, bütün cenup vilâyetlerimiz için nuranî alevler saçan bir kuruluş meşalesi olur ve Maraş, Urfa, Ayıntap milletimizin en ümitsiz günlerinde ona açılmış zafer kapıları olurlar. Maraş bu kahramanlık günlerini unutmamıştır.

 

Her yıl, şubatın onikisinde, Maraşlıların ve Maraş’ın bayramı vardır. Şehir kendi kurtuluş gününü kutlamak için elinden gelen bütün gayreti yapar. Nasıl ki bugünü hazırlamak için de yirmi altı yıl önce elinden gelen, hatta gelmeyen, hayatın mantığında insan gücünün üstünde olması gereken şeyleri yapmıştı.

 

Vâkıa şudur: o zamana kadar memleketin iç şehirlerinden biri sayılan, ziraatında ve zanaatında yaşayan bu temiz, bu refahlı Anadolu şehri, birden bire memleket haritası üzerinde bir yağ lekesi gibi büyüyen işgal kuvvetlerinin kendi sınırlarının içine de girdiğini, yavaş yavaş memleketi ihanete hazır başka kuvvetler namına benimsediğini görür ve ne pahasına olursa olsun mücadeleye karar verir. Pek az şey bu küçük şehrin, bütün bir vatan parçasının üstüne çöken talihi yenmek için tek başına ortaya atılması kadar güzeldir. Zaten Milli Mücadele’nin büyüklüğünde burada, her şehrin, her kasabanın, hatta her köyün, her insan gibi, tek başına kendine düşen işi yapmaktan çekinmemesindedir.

 

O günden itibaren şehrin içinde semtten semte, evden eve kanlı, çetin mücadeleler olur. Halk yedisinden yetmişine kadar sokağa dökülür. O zamana kadar gündelik hayatın çemberine koşulmuş, herkes gibi yaşayan, işinde gücünde, keder veya eğlencesinde bir yığın insan, geniş arazi sahibi hanedan, bey, küçük esnaf, çiftçi, bakkal, memur, riyaziye hocası, mahalle imamı, hülasa inkılâptan önce bir Anadolu şehrinin zengin, fakir her sınıfta halkı, dört sene yedi cepheyi dolaşıp yurduna yeni dönen nefer, dul kadın, yapraksız kalmış bir çınar gibi tek başına yaşayan şehit babası, hepsi birleşirler. Sanki üzerlerinden bir tanrılık fırtınası esmiş gibi, sanki tılsımlı bir ateşin arasından geçerek yepyeni ve ölüme yabancı bir hüviyet kazanmışlar gibi ortaya atılırlar. Kahramanlık o yıllarda milletimizin sırtına talih tarafından giydirilmiş bir gömlekti. Maraş’ta ise bu gömlek deri olur uzviyete geçer. 

 

İmparatorluk tarihinin hemen her seferinde adı geçen Maraş beylerini ve onların peşi sıra o kadar kanlı muhaberelerde ölenleri şaşırtacak bir macera başlar. Şehirlerini kurtardıktan sonra şehrin dışına çıkarlar, komşu ve kardeş memleketlere yardıma giderler. O karanlık günlerde Maraş’ı bir kül yığını yapan yangınlar, bütün cenup vilâyetlerimiz için nuranî alevler saçan bir kuruluş meşalesi olur ve Maraş, Urfa, Ayıntap milletimizin en ümitsiz günlerinde ona açılmış zafer kapıları olurlar. Maraş bu kahramanlık günlerini unutmamıştır. Bunda haklıdır. Bir şehir, talihin bu kadar üstünde yaşadıktan sonra, elbette onu zaman zaman hatırlayacaktır. Maraş’ın kurtuluş bayramı gerçekten görülecek şeydir. Bu resmî hiçbir tarafı olmayan bir şehir günüdür. İnsan Maraş’ta bu bayramı seyrederken kendisini kadîm çağlarda, tanrıların insanoğlu ile beraber bir sofrada oturdukları, yiyip içtikleri günlerin canlı hatırası içinde sanır. 

 

Bütün şehir çok evvelden bugüne iyice hazırlanır. Maraş’ın kanlı savaş günlerinde çetelere yiyecek, giyecek hazırlayan, silahlarını yağlayan, çocuklarının ellerine Kafkas’ı, Kırım’ı belki Girit’i görmüş tüfekler, kılıçlar, bıçaklar teslim eden, içlerinde zifafın zevkini, annelik gururunu tattıkları, hanım olarak yaşadıkları, misafir ağırladıkları evlerini kendi elleriyle ateşleyen Maraşlı kadınlar yahut onların kızları, torunları, bugünü yapılan işin büyüklüğüne layık bir şekilde kutlamak için sabahlı akşamlı çalışırlar, şehrin gururu olan delikanlıların giyeceği yerli elbiseleri hazırlarlar.

 

Ben 1943 şubatında ilk defa bu bayrama şahit olduğum zaman şaşırmıştım. Bütün şehir altüstü. Takvimin dışında bir zamanı yaşıyordu. Daha bayramdan üç gün evvel bütün şehir ayakta idi. Herkes eski zaman modası elbiseler giyinmişti. Davullar çalınıyor, oyunlar oynanıyordu. Alain, güzel sanatlara dair sohbetlerinden birinde, modern erkek kıyafetinin fakirliğinden, resme gelmeyişinden şikâyet eder. Maraş’ın inişli yokuşlu yollarında, küçük meydanlarında bu alaca renkli kıyafetleri gören insanın bu şikâyete hak vermesi güçtü. Hemen her vücut, Pisanello’nun desenlerinden çıkmış gibi zarif ve edalıydı. Sanki Şark’ın büyük ressamları, Behzat’lar, Levnî Çelebi’ler dirilmişler, dünle bugünün elele verdiği bu bayramı kendi minyatürlerine göre onarmışlardı. 

 

Sırmalar içinde ve rengârenk bir yığın kumaş her çehreye, her harekete üzerinde çok durulmuş, düşünülmüş, aranıp taranmış şeylerin lezzetini veriyordu. Çoğu 1920 senesinin gençleri, bir kısmı da o senelerde ölenlerin torun ve çocukları olan bu kalabalık, takım takım olmuşlar, şehrin meydanlarında eski oyunları oynuyorlardı. İlk silâhı patlatanlardan yetmiş yaşında bir ihtiyar, bu kafilelerin birinde, elindeki davulla imkânsız görülecek bir çeviklikle oynuyor, onun kocaman davuluyla yaptığı perendeleri, aynı kafilede onbir, oniki yaşında iki çocuk bıçak oyunuyla tamamlıyordu.

 

Sonra ferdî hünerler bitince halka kuruluyor, vücut figürlerinin yanında mimiğe de aynı derecede yer veren çok ritmik ve garip surette ağır başlı horonlar, barlar oynanıyordu. Belki Yavuz Mısır seferine giderken bu oyunları seyretti, belki Berkiyaruk’un orduları Moğol eline düşmüş Anadolu’nun, Konya ve Karaman beylerinin imdadına koştukları zaman bu oyunlar burada gene oynanıyordu. Bu horonların bir vasfı da erkek arasında ve gizli kadın gözleri altında yapıldığının şuurunu hiç kaybetmemesi idi. Öyle ki Parti, Belediye önünde veya yeni hastanenin henüz atılan temelleri yanında yapılırken bile, göze görünmeyen bir şart gibi kafes arkasından seyreden bir kadın kalabalığını beraberinde taşıyora benziyordu. Bu dikkat, bu itina başka türlü olmazdı. Davulcu bu oyunların canlandırıcısı idi. Zaten kıyafet ve hovardalık, hattâ çeviklik itibariyle en üstünlerinden oluyordu.

Kafilenin birisi meydandan çekilince yerine öbürü geliyordu. Bazan iki kafile birbiriyle aynı yolda karşılaşıyorlar, o zaman birbirlerinin şerefine karşılıklı oyunlar başlıyor, gizli bir üstünlük arzusunun hız verdiği bir şevk kafileleri sarıyor, davullar daha hızlı çalıyor, zurnanın sesini, bu gurur daha cümbüşlü yapıyor, çocuklar bıçak oyunlarına ancak bazı cins hayvanlarda görülen o yapmacık çevikliği sokuyorlardı. Benim en fazla hoşuma giden bu çocuklardı. Bana eski masallardan bir şey gibi gelen külâhlarının ve ince ipek sarıklarının altında daha süzgün, daha hayalî görünen küçücük yüzleriyle, sevimli ecinni boylariyle, kirpiklerini kırpmadan, tek bir yanlış yapmadan saatlerce aynı hareketleri aynı çeviklikle tekrarlıyorlardı. İnsan oları seyrederken “Bir Yaz Gecesi Rüyası”ndan, kır çiçeklerinin kokusu ay ışığı ile karışmış bir sayfa okur gibi oluyordu. Çoğu ilk ve orta okul öğrencisiydi. Dikkat etsek, belki de içlerinden bir gün önce bizi sıtma ve pamukçuluk hakkında bilgileriyle şaşırtanları bulurduk. Bu kafilelerin bazılarına on, on iki yaşlarındaki birkaç kız çocuğu da karışmıştı. Eski elbiseler erkek çocuğu gizliyor ve küçültüyor, buna karşılık kadınlarda boyu ve endamı adeta büyütüyor. Yapmacıktan bir olgunluk veriyordu. Fakat bunlar bir kız çocuğundan ziyade birer masal tavusu idiler. Onlara bakarken sadece gözümüzün emrinde olan muhayyelemizle bütün sefaletlerini unuttuğumuz eski çağları seyrediyorduk. Aslı Kerem’e, Zühre Tahir’e bu kıyafetlere benzer kıyafetlerle, bu edalar içinde görünmüştü. Böylece iki gün hayretten hayrete düşerek Maraş sokaklarında dolaştık.

 

Üçüncü sabah asıl bayram günüydü. Biz davul sesleriyle uyanıp sokağa çıkınca şehri bir daha değişmiş bulduk. Gerçi gene eski bayram manzarası devam ediyordu, fakat bu sefer daha ağır başlı bir hava içinde idik.  Bütün şehirde, bir şey bekleyen hal vardı. Nihayet biz Belediye meydanına henüz gelmiştik ki gürültü koptu. En süslü, en renkli kıyafetler içinde genç, ihtiyar, yüzlerce erkek koşa koşa Kale’ye doğru hücum ediyorlardı. 12 Şubat sabahının bir eşini yaşıyorduk. Kale’den yabancı bayrak indirilecek, bizim bayrağımız asılacaktı. Bir taklit veya hatırlama olduğunu bilmemize rağmen ürperme için de idik. Çünkü iki günlük sevinç ve bayram, geceleri âşık sazlarından dinlediğimiz yerinde yazılmış destanlar, çok kısa istirahat vakitlerinde görüştüğümüz eski gazilerin, o “Ma’reke” de kol, bacak, kardeş, kadın, çocuk, ev, servet kaybetmişlerin hikâyeleri bizi içimizden bir saat gibi kurmuştu. Onun için Ahır dağlarını örten kara rağmen üstümüzde billûr gibi çınlayan bir ışık altında -Bu açık hava ve aydınlık Maraşlılar’ın bayramına tabiatın katılmasıdır- ve belediye meydanına bir anfi şeklini veren set set evlerin damlarına, pencerelerine, yolun iki yanına yığılmış halkın mühim bekleyişlerde insana bütün bir istikbal sezişiyle yüklenen sessizliği içinde, birden bire bu hücum nâralarını duyar duymaz sarsılmamak elde değildi.

 

Maraş Kurtuluş Bayramı, bana topluluğun kudretini bir daha öğretti. Hiçbir tiyatro bu kadar muntazam ve güzel hazırlanamazdı. Zaten bu, tiyatrodan çok üstün bir şeydi. Din ile san’atın birbirine karıştığı çağlardaki Mysteres’lere, gerçek gayesi bir eğlenceden ziyade bir nevi müşterek ibadet olan ortaçağ oyunlarına benziyordu. Burada milliyet ve vatan denilen tanrılar kutlanıyor, onların yükseklikleri en gür sesle ilân ediliyordu. Hiçbir rejisörü olmayan, hiç kimsenin rolü ve vazifesi kimse tarafından öğretilmeyen, sadece geriye dönmüş bir zaman gibi bundan -sırasıyla- onbeş, yirmi, yirmibeş sene önce yaşanan bu bayramın bütün ruhu, bu fecir vakti Kale’ye yapılan hücumdu. Ve Maraş, kendisini birden bire insanoğlu seviyesinin üstüne çıkaran ve yıkık şehri tanrılaştıran bu saati her yıl bir kere yaşıyordu. Ondan sonra geçit resmi başladı. Ve biz olduğumuz yerden bu kalkınmaya hız veren şehrin bel kemiği çarşıyı, Evliya Çelebi’den bir sayfa okur gibi bir daha gördük.

 

Maraş Millî Mücadele’den sonra eski iktisadî üstünlüğünü kaybetmiştir. Şimdi artık eskisi gibi mühim bir zanaat şehri değildir. Dabaklık istisna edilirse hemen hemen ziraatıyla geçiniyor. Fakat şehri tarih boyunca o kadar zengin ve mesut eden çarşı, hiçbir sanatını, hiçbir hüner ve temiz iş üstünlüğünü kaybetmeden yaşıyor. Büyük bir sarayın küçük ölçülere 

 

 

dirilmiş bir örneği gibi. Fakat insan eli, insan dikkati ve sanat öyle şeyler ki, keyfiyet üstünlüğü durdukça hiçbir şey küçülmüş olmuyor. Bu ipek ve ten kadar yumuşak deri Maraş’ta gene Maraşlı ustaların sabrıyla dövülüyor, ayağa bir eldiven gibi yapışan ve bir kumaş gibi yıkanan bu gül şeftali yemeniler ve ayakkabılar gene yapılıyor. O kuyumculuk sanatı hâlâ devam ediliyor ve Maraş bilezikleri, yüzükleri, gerdan süsleri ne Suriye, ne de başka komşu yerlerinkinden aşağı.

Hâlâ saraçlar, sırmalı ve kadifeli eğerleri bir şiir tamamlamaya çalışır gibi inceden inceye işliyorlar. Göçebe, hatta şehirli kadınların başına o kadar yakışan o tepelikler, başlıklar yine bu çarşılarda tıpkı yüz yıl önceki itina ile ve kadın süsünün hayattaki büyük, asil rolünün şuuruyla, güzelliği süslemenin hayata en güzel kasideyi söylemek olduğunu bilen ustalar tarafından yapılıyor. Bakır işleniyor ve Maraşlı ustaların sabrıyla yapılan taslarda, güğümlerde bütün bir şekil ve nispet anlayışı kendiliğinden insanla konuşuyor. Alaca, küçük el tezgâhların da dokunuyor; yün sofra örülüyor. O halde Maraş çarşısı, vaktiyle bu şehri Şark’ın incilerinden biri yapan vasıflarını kaybetmemiş demektir. Gerçi eskisi gibi Fas’a Yemen’e kadar ayakkabı ihraç etmiyor. Kendi derisi yetmediği için ta Çin’den ithalât yapmıyor. Fakat hüner ve bilgi duruyor. Artık Arabistan çöllerine kadar cins atları bir mücevhere benzeyen Maraş eğerleri süslemediği için saraçlar azalmış.

 

Fakat meraklı seyirci, her ne pahasına olursa olsun, ecdat mirası sanatlarını devam ettirmekten hoşlanan ustaların dükkânına girince, bir eski zaman hazinesinden bir köşe açılmış gibi bu eğerlerin parıltısıyla karşılaşıyor. Küçük, her halinde bir esnaf topluluunu idare için yapıldı ı anla ılan, fakat çok temiz üsluplu ve bir yüzük ta ı edalı bir cami’in -evkafın kulakları çınlasın, hala tamir ettiremiyor-etrafında bu çar ı, bu günkü haliyle dahi, Anadolu ehirlerinin dünkü manzarasını insanda yaatabiliyor. Anadolu ehirleri esnafın idare etti i ve yaattı ı topluluklardı. 

 

Pek az ey bu küçük ehrin, bütün bir vatan parçasının üstüne çöken talihi yenmek için tek baına ortaya atılması kadar güzeldir.

 

Fakat Mara çar ısının baka bir hususîli i de vardı. nsan bu çar ıda kendisini “lyada”nın dünyasında sanıyor. Hangi dükkâna giderseniz gidin, bir kahramanla veya onun çocu u yahut torunuyla kar ıla ıyorsunuz. Yirmibe yıl önceki destanın canlı bir tarafını diniliyorsunuz. Kahramanlık, -tıpkı Erzurum’da oldu u gibi, tıpkı ilk silahı patlatan ve sonuna kadar dadan inmeyen garp vilayetlerinde oldu u gibi- o kadar herkesin malı ki, en olmayacak hikâyeleri dinlerken bile insana kar ısındakinin övündüü duygusu gelmiyor. Zaten onlara göre, kahraman kendileri de il ki; kahramanlı ı yapan ehir. Her eyi onun için istiyorlar, bütün medihler ona dönüyor. Zaten “lyada”yı onun için hatırladım. Nasıl Homére’nin destanında hiç kimse, muhatabının bir tanrı çocu u olmasına a ırmazsa, burada hiç kimse muhatabının ruh kudretine a ırmıyor. Fakat Mara çar ısını bu kahramanlık artık tatmin etmiyor. Bu kadar insanüstü i görmü olmak bu çalı kan insanlara realiteyi unutturmuyor. Mara bütün vatanla beraber yeni bir hayatın kapısında bekledi ini biliyor. Pek az yerde, Mara kadar çalımanın ve i in zevkini, hasretini duydum. Hemen herkes yeni ve programlı bir i hayatının hasreti içinde. Ortahalli anneler, on oniki ya ına gelmi çocuklarını henüz bir sanata vermemekten mustariptiler. Erkeklerin ço u kendilerini muasır hayatın seviyesine çıkaracak bu hayata katılmı olmanın gururunu verecek bir çalıma ekli özlüyorlardı. Orta halli bir saraç, gözlü ünü düzelterek bana; “Bir kaptan öbür kaba aktarıyoruz: i dedi in biri on yapmalı” derken modern istihsalin sırrını açıyor sanmı tım.

 

Mara çar ısında ve bütün ehirde hemen herkes ehrin etrafının iktisadî co rafyasını biliyor, imkânlarını sayıyor, yapılması behemehâl lazım yolları rast geldi i yerde çiziyor, selâhiyetle yeni demir yollarının geçece i yeri münakaa ediyor. Kurutulması lazım gelen bataklıkların dönümünü, en elveri li ziraat eklini, ba ve bahçeli i, civar havalideki madenlerin vasıflarını siz Mara lılar’dan sorun. Daha ilk görü te bu ehirde misyoner aydına ve söze hiç ihtiyaç olmadı ını anladım. Hakikat udur: Millî Mücadele’nin ate inden yeni bir Anadolu do du. Onun hak etti i talihe kavu turmak boynumuzun borcudur.   


Ahmet Hamdi Tanpınar

 

Evelahir Sayı-1