MARAŞ’IN HİSSETTİRDİKLERİ

 

Bazı şehirler ismiyle, dokusuyla, yetiştirdiği değerli isimlerle bizi büyüler. Kahramanmaraş benim için böylesi şehirlerden biridir. Uzun yıllar gitmek isteyip de gidemediğim ama içimin bir köşesinde hep merak ettiğim, arzuladığım bir diyar olarak yaşamaya devam etti. Beni bu denli etkileyen şey neydi? Elbette yetiştirdiği yazarlar. Kahramanmaraş deyince dondurmasından tarhanasına kadar aklımıza pek çok şey gelebilir ama bir edebiyat sevdalısı olarak aklıma ilkin yazarları geliyor. Üstelik bu yazarlar sevdiğim ve sohbet etme fırsatı bulduğu yazarlar. Öyle olunca Kahramanmaraş benim için yazarlar şehri demek. Daima bu yönüyle sevdim ve yine bu yönüyle hatırlamaya devam ediyorum. Yedi güzel adam olarak bilinen Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Alaeddin Özdenören, Mehmet Akif İnan’ın yanı sıra Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Abdürrahim Karakoç, Tahsin Yücel, Şevket Bulut… daha bir sürü değerli isim Maraş adına büyük bir övünç kaynağı olmalı. Bu isimler bugün hayatta değiller ama sadece ölmüşleriyle hatırlanan bir şehir değil Maraş, yaşayanlarıyla da adından söz ettirmeyi başarıyor.

 

Bir şehirde tanıdıklarınız varsa, onlarla orada yemek yiyip çay içebiliyorsanız derin bir bağla bağlanmanız kaçınılmazdır. Maraş’a her gidişimde bu bağın gittikçe güçlendiğini hissederim. Bu yazıyı 6 Şubat depreminin üzerinden bir buçuk yıl geçtikten sonra yazıyorum. Depremden sonra gitmek nasip olmadı. Birkaç kez niyetlendim ancak gerçekleşmedi. Tekrar gittiğimde ne hissederim bilmiyorum. Duyguların derin bir hüzünle birleşeceği muhakkak. Her hâl ve şartta Maraş tanıdığım, sohbet ettiğim, nefes aldığım bir şehir olarak var olacaktır.

 

İlkler çok önemlidir ve hep hatırlanırlar ya, bu var oluşa dair ilk gidişimdeki izlerin/ izlenimlerin kokusu, tınısı başkadır. Girişte edebiyat ve yazar vurgusunun çok fazla olmasının sebebi benim Maraş’a yolumu düşüren hususun da edebiyat olmasıdır. “Bir şehir tanışılan ilk kişilerle birlikte insanın kendi şehri olmaya başlar.” der Bernard Schlink. Şehirle ilgili bir şeyler söylenmesi gerektiğinde genelde tarihi mekânlar, yöresel yemekler, kültürel değerlerden bahsedilir önce. Geçmişiyle tarihi bağlar kurulur, şehrin bugününe dair notlar alınır. Lakin her göz aynı pencereden bakmaz hayata. Kim neyi görmek istiyorsa bakışı da ona göredir. Ben tarihsel mekânları bile gezsem tanıdık sesleri duymayı, atmosferini koklamayı isterim. Sevdiğim yazarlar bu sokaktan geçmiş midir? Hangi çay ocağında oturup çay içmişlerdir? Hangi camide kılmışlardır namazlarını? Biraz ütopik gibi duruyor ama konu Maraş olunca hiç de değil. Her şehirde bu ruhu hissedemezseniz, belli başlı birkaç şehir o kadar. Gerisi turistik gezi ile sana ait olan şehrin karşılaştırmasıdır. Ben şehrimde benimle yaşamaya devam edecek izlerin peşindeyimdir.

 

Unutulmayan, bir his olarak gelecek zamanın kıvrımlarına sinmiş hikayeler bütünü. Zaten bir şehri unutulmaz kılan da bu hikâyeler değil midir? Geçmişten başlayan hikâyeler Sütçü İmam’la zirveye çıkmış, yazarlarıyla isminin üstünü cilalamış, dergileriyle, edebi birikim ve yaşayan değerleriyle hikayesini zenginleştirmiştir. Ben hep bu birikimle adımladım Maraş sokaklarında. Tarihi çarşıda gezerken o ruh benimle birlikteydi. Bakırcılar çarşısından geçerken kulaklarınızı dolduran fısıltılar, ince bir zanaatkarlıkla ustanın bakır kaplarına işlediği nakışın dokunuşları sizi başka uzak diyarlara götürebilir. Bir müddet orada bekleyip seyredersiniz. Zihninizde başka hiçbir düşünce geçmez o an. Zaman durur adeta. Yalnızca ahenkli bir ses. Tanpınar’ın dediği gibi, “Maraş çarşısının başka bir hususîliği de vardır. İnsan bu çarşıda kendisini İlyada’nın dünyasında sanıyor. Hangi dükkâna giderseniz gidin, bir kahramanla veya onun çocuğu yahut torunuyla karşılaşıyorsunuz.” Hikayeler şekillenmeye başlar kafanızda. Ustaya farklı hayat elbiseleri biçerek şehri çoğaltırsınız içinizde. Her durak başka hayat, başka hikâye demektir. Dile gelmek isteyen, bilinmekten, fark edilmekten, takdir edilmekten hoşnut anılar bırakır size. Eski zaman masallarında hissedersiniz kendinizi. Ahşap oyuncaklar, deri işlemeleri, yemeniler, rengarenk kıyafetler… burası olsa olsa masal diyarı olabilir.

 

Modern hayatın bize unutturduğu ne varsa burada hayat bulmuştur. İnsan en çok bunları özlüyor, sahici şeyleri... Bir yemeni alsak… hediye… giyebilecek mi? Belki evde giyer. Ama harika görünüyor. Ne güzel işlenmiş. İnsan elinden çıktığı, emek verildiği her hâlinden belli. Fabrikasyon değil. Şu yemeninin bile bir hikâyesi var. Biraz durup dinleseniz bütün hikâyeyi anlatacak size.

 

Ben hikâyeyi dinlerken Erdem Bayazıt’ın “Şehrin Ölümü” başlıklı şiiri geliyor aklıma. Ruhsuzluğun, makineleşmenin, kaosun hâkim olduğu şehrin ölümünü anlatıyor Bayazıt. Sırrından soyunmuş, mahpus yüklü duvarların önümüze çıktığı bu şehirler insansızlığın, anlayışsızlığın, kendinden koparılmışlığın yükünü taşır adeta. Şu tarihi bedestende insanın kendisi olabilmesi ne güzel. Peki ya buradan çıktıktan sonra. Soğuk ve kişiliksiz duvarlar, kaos içinde yalnızlık. Oysa insanı hayata bağlayacak olan şeyler kendi doğasından gelenlerdir. Anlaşıldığı, ait olduğu, yalnız hissetmediği mekânlar gerekli bize. Ne yazık ki bu da hep taTarihi mirasların etrafında gerçekleşiyor. Taş Han, Kapalı Çarşı, Ulu Camii gibi eserler seyirlik zevkinin yanında insanları birleştirme mekânları olarak da vazife görüyorlar. Soluklanıp dinleniyor, keşmekeşten uzaklaşıp huzur buluyor, hele bir de dostunuzla çay içip sohbet edebiliyorsanız zamanınız bereketleniyor, yaşamınız çoğalmaya başlıyor.

 

Günümü böylesi mekânlarda geçirmeyi seviyorum. Erken saatte çıkıyor, tarihi çarşının sokaklarını adımlıyor, sonra bir çay ocağına oturup Maraş’ı dinliyorum. Birazdan koyu bir muhabbet başlıyor. Masadakilerin hepsi yazar olunca konu şiir ve öykü oluyor hâliyle. Şu kitabı okudun mu? Şu yazarı nasıl buldun? Derginin gelecek sayısının konusu ne olacak? Bu zamanda edebiyatın bir karşılığı var. mı? Yazmasak olmaz mı? Konu başlıkları arka arkaya gelen çayların arasına karışıyor. Vakti gelen kalkıyor, halkaya başkaları ekleniyor, sohbet koyu bir şekilde devam ediyor. Özlemişiz birbirimizi diyoruz. Maraş bizi bir araya toplamış, hasret gideriyoruz. Kim bilir bir daha ne zaman bir araya geleceğiz. Hangi bahaneler toplanmamıza vesile olacak.

 

Maraş için bahaneye gerek yok. Yol üstü değil ki geçerken uğrayalım desek. Niyet etmek, karar vermek gerekir ona. Rasim Özdenören’in dediği gibi, “İnsanın yolu Maraş’tan tesadüfen geçmez. İnsan, Maraş’a azmederek gider.” Niyetli ve kararlı bir gidişle kapılarını açar size. İnsanları konuşkandır, kırk yıllık ahbap gibi sohbete başlayabilirsiniz. Yabancılığınızı yüzünüze vurmadığı gibi yalnız da hissetmezsiniz. Tarihi çarşının etrafındaki hangi dükkâna girseniz aynı sıcaklığı, samimiliği bulursunuz. Açsanız karnınızı doyurup sonra çaya geçebilir veya üstüne dondurmanızı alabilirsiniz. Yaz da olsa kış da olsa dondurmasız olmaz. Hatta paket yaptırın eve de götürmek gerekir. Eee hâliyle Maraş’tan geliyorsunuz, eli boş gelinmez. Bazı şehirlerde hediye almak biraz zor olabiliyor. Oraya has ürünler yoksa seçim bir hayli meşgul edebiliyor sizi. Maraş için böyle bir şey söz konusu değil. Dondurmasından yemenisine, cevizinden tarhanasına değin pek çok hediyelik bulabilirsiniz. Çocuklar yadırgasa da tarhana cipsi kesinlikle alınmalı. Bu doğallıktan daha güzel ne olabilir.

 

Maraş’tan dönüşte ne hediye almış olursanız olun daha fazlasıyla dönersiniz. Her şeyden önce kuşatan, içine çeken o ruh da sizinle beraber gelecektir. Tabii ki niyetli bir gidişle gittiğinizde, size kapılar açıldığında. Turistik bir gezi için gitmişseniz birkaç tadın yanında birkaç fotoğrafla ayrılmış olabilirsiz ama o ruhu, iklimi asla yaşayamazsınız. “Azmederek” Maraş’a gittiğinizde İstiklal Mücadelesi’nin ruhunu, şiir ve edebiyat iklimini duyar, hissedersiniz. Hiç kimse dillendirmese dahi bunu yaşarsınız. İnsanlar sanki doğuştan şair, edebiyatçıdır. Kiminle konuşsanız şiir gibi gelir size. Sohbet ehli olmaları da bundandır sanırım. Bu iklimde şair olmak, öyküler yazmak çok doğal. Biz kitabı olan, Türk edebiyatına mal olmuş isimleri biliyoruz. Kendi kendine yazmış, yazdıklarını kimseyle paylaşmamış belki niceleri vardır duvarlar arkasında. Maraş’ın en büyük kazanımı bu iklim olsa gerek.

 

Son olarak şunu söylemek isterim. Geçmişten gelen kültürel ve edebi birikim her şehre nasip olmayacak kadar büyük bir mirastır. Modern hayatın ışıltısı, kapitalist sistemin açgözlü tavrı bu tür kültürel ve edebi değerleri örseliyor, değersizleştirerek onları yok olmaya terk ediyor. Kültür, sanat, edebiyat bir şehrin hafızasıdır. Hafızayı yok ettiğinizde aslında yok olan kendinizsinizdir. Geleceğin güvenli olabilmesi adına geçmişe sahip çıkmak gerekir. Bugün geçmişine sahip çıkan, değerlerini yaşatan, edebi iklimi canlı tutan bir Maraş var. Gerçekten takdir etmek gerekiyor.

 

Mehmet Kahraman 

 

Evelâhir Sayı - 22