MARAŞ’TA BİR MARABU
Marabu bir dilenci. Marakeş çarşılarında dileniyor. Yerel halka göre o mübarek, aynı zamanda garip biri. Kendisine verilen parayı önce ağzına alıyor, onu duyumsamaya, hissetmeye çalışıyor. Sonra da büyük bir ustalıkla ağzından çıkarıp heybesine atıyor. Bizi onunla tanıştıran Ellias Canetti ve Marakeş’te Sesler kitabı. Canetti saatlerce Marabu’yu izlediğini anlatıyor. Önce tiksiniyor, sonra onu anlıyor. Bu garip insandan öğrendikleriyle geziyor Marekeş’i. Karşılaştığı her hazineyi önce anlamaya, duyumsamaya çalışıyor, sonra heybesine atıveriyor. Belki de gerçek bir Marabu oluyor.
Bir seyahati kaleme alan yazarlar için bu anlatı olağan. Pek çok gezi kitabında, yazısında özellikle dikkat çekilen bir şahsa rastlayabiliriz. Parisli, İsfahanlı, New Yorklu adamlar, kadınlar, çocuklar... O kentin ruhunu tam içlerinde barındıran insanlar... Acaba Kazancakis’in Zorba’sı da onlardan biri midir? Biz hepsine Marabu diyelim, olur mu?
Ben kendi Marabu’mu Maraş’ta buldum. Onu ilk kez gördüğüm yer İstanbul Havalimanı oluyor. Hepimiz gibi botlarını çıkarıyor. Aynı kapıda beklediğimizi anlayınca, ne işi var Maraş’ta diyorum, kendi kendime. Ben onu gözlerimle takip ettikçe, hikâyesi zihnimde büyüyor. Dış görünüşüne bakılırsa bir reggae sanatçısı. Sanki sarı geniş şapkası rasta saçlarını örtüyor. Yeşil atkısı ve heybesi yere değecek gibi. Hafif bir rüzgâr onu uçurabilir, o kadar zayıf ve bir o kadar uzun. Asla yüzüme bakmıyor, onu gören sadece benim. Elinde oyalanmak için döndürdüğü bozuk paraların sesi geliyor kulağıma. O ağzına atmıyor ama mekâna kulak kesilmemi sağlıyor.
Bana gelince... Doğrusu birkaç gündür bu yolculuk için hazırlanıyorum. Daha önce civarını çok gezdim ancak Kahramanmaraş’a hiç gitmedim.
“İnsanın yolu Maraş’tan tesadüfen geçmez. İnsan, Maraş’a azmederek gider.” diyor Rasim Özdenören. Benim de yolum geçmeyecek, özellikle gitmeye çalışıyorum. Her aşamada bu söz zihnimde yankılanacak. İlk yankıyı da bir iptalle duyuyorum: Sağanak yağmur nedeniyle uçuş iptal. “Sağanak yağmur uçuşa engel olur mu?” diye düşünüyorum. Demek ki Maraş sandığımdan daha nazlı, ona ulaşmak için daha çok azmetmek gerek. İstanbul’un neredeyse tamamen dışında kalan havalimanında bekliyor olmak ona yetmiyor. Nihayetinde bir yol bulunacak, bulunuyor da. Uçak Antep’e gidecek, oradan Maraş’a geçilecek.
Koltuklarda tanıdık simalar, kültür-sanat gazetecileri, edebiyatçılar, Maraşlılar, akademisyenler, Hindistanlı iki genç bilgisayar mühendisi ve Marabu var. İki saate yakın havada kalıyoruz. Antep’ten Maraş’a geçmek de bir o kadar maceralı oluyor. Hani iki şehir arasındaki mesafe oldukça kısaydı? Değilmiş. Maraş’ın her şeyi kendine has. Her an her şey değişebilir. Maraş’a geldiğimizde herhalde son görüşümdür diye bir kez daha bakıyorum Marabu’ya. Görmemek de mümkün değil, ben buradayım diye bağırıyor adeta. Acaba ne işin var burada? Bir konser mi? Aile ziyareti olabilir mi?
Ben ise bir etkinlik için buradayım. İş arkadaşlarımla çalıştığım dergi olan Nihayet hakkında bir konuşma yapacağız. Moderatör Ömer Yalçınova. Havaalanından söyleşiyi yaptığımız salona salona hızlı bir geçiş yapıyoruz. Daha sonrası da hızlı oluyor. Maraş’ta 36 saat geçiriyorum. Yedi Güzel Adam Müzesi, kale, müzeler, çarşılar, dükkânlar... Bir aktarda henüz öğrenciyken Mevlâna İdris tavsiye edince aldığım, alışkanlığa dönüştürdüğüm ve İstanbul’da “dağ çayı” diye satıldığını gördüğüm Maraş adaçayı gözüme ilişiyor.
Daha önce görmediğimiz bir yeri gezmek işte bu nedenle çok ilginç. Telefonlar, arabalar, sigara paketleri her şey tanıdık ama bir o kadar değişik. Ekmek ve çay bile. Marabu da bana bunu mu anlatıyordu acaba? Keşfetmem gereken bu mudur? Perec de Mekân Feşmekân’da söylüyordu benzerlerini: Mimarlar henüz bir bina ya da başka bir şey yapılmamış boş araziler için “dalgalı yüzey” tabiri kullanır. Belki de henüz üzerine anılar inşa edilmemiş, ilk kez gidilen bu şehirler de bizim “dalgalı yüzey”lerimizdir. Her şeyin inşa edilebileceği, her şey olma potansiyeli olan, bu yüzden tanıdık ama bir o kadar yabancı mekânlar.
Şimdi ise yolculukların yuvası: bir otel odası, bir otel kahvaltısı. Ertesi gün en nihayetinde Maraşlıların sumağı neden sevdiğini keşfettiğimiz gezintilerde aklımda dolaşıp duran sormaya başlıyor bana şehir: Neden bu kadar dışa kapalı görünüyor burası? Kendi kendine yettiği için mi? Dönüş yolculuğunda, yani havalimanında Marabu’yu görüyorum. Şaka mı bu! Olabilir. Maraş şaka yapıyor olmalı. Bizimle aynı uçakla gidip, bizimle aynı uçakla dönmek mi? Biz Nihayet’i baskıya yetiştireceğiz de sen biraz daha kalsaydın. Ekşili çorbadan bir kez daha içmek insanı daha bahtiyar kılabilirdi. Sen bilirsin…
Herkesin elinde dondurulmuş dondurma poşetleri ve havada saatler başlıyor. Yeniden İstanbul. Acaba ben bir rüya mı gördüm, diyorum. O kadar güzel, o kadar hızlı. Rüya, yani Maraş en azından şimdilik bitti sanıyorum. Sorularımı da rafa kaldırıyorum. Aradan haftalar geçiyor. Kadıköy Moda’da geniş bir caddenin karşı şeridinde Marabu’yu görüyorum. O kadar şaşırıyorum ki hemen fotoğrafını çekiyorum, arkadaşlara göstermelik bir kanıt olmalı. Dahası iki-üç hafta sonra yine görüyorum. Sonra yeniden… Marabu’yu gördükçe aklıma Maraş geliyor. Sanırım bu Maraş’ın kendini hatırlatma yöntemi.
Bu kentin kokusu burnumda, sokakları gözlerimde hâlâ. Marabu’dan öğrendiğim gibi duyumsamaya çalışıyorum: Burası kendine yetmenin, derinleşmenin, anlamı genişletmenin, peşinde koşmanın, düşünmenin şehri. Dalgalı yüzeylerde edinilecek anıların, tanıdık hikâyelere dönüşmesi gerektiğini söylüyor. Marabu’nun ağzında dolaştırdığı o paralar gibi bu deneyimleri duyumsarsak, belki de bir kez daha rüyaya dalabileceğimizi öğretiyor. O zaman yeniden görürüz hem şehri hem de Marabu’yu. O hâlde gözlerimizi kapatalım bir kez daha. İşte şimdi tam karşımızda, orada, görüyorsunuz değil mi?
Merve Akbaş
Evelâhir Sayı - 16