POYRAZ OKŞASIN SAÇLARINI

 

Bir tutam davul tozu, bir avuç minare gölgesi… İlahi ilham gelse ve tüm zerrelerimiz titreyerek haykırsak da şiir mısraını, elimize bir çekiç bir de keski alıp en sert taşlara kazısak da en veciz cümleleri, bu kadarcık anlaşılıyoruz işte. Davul tozu ve minare gölgesi kadar. Öyle dahi olsa olsa, o davul Abdal Halil Ağa’nın davulu; o minare, Ulu Camii’n minaresi olsun istemez miyiz? Yine anlaşılmayacaksak sonunda, bu el tarafından olmasın; varsın bizi, biz anlamayıverelim demez miyiz? Çünkü “ben” ile geçimsiz, “sen”den tedirginiz: “Biz”e dost, “biz”e aşığız biz.

 

Gel gelelim kederliyiz bre! Başımıza kepenlerin ağırlığından omzumuz düşük, yüzümüz asık, bıyıklarımız yenik düşmüş yer çekimine… Gözümüzün ucunda bir damlacık yaş bekliyor, damladı damlayacak. Canavar gibi ağzını açmış kepçeler, evlerimizi yiyor. Yalnız Ardıç’ın yapraklarında beton tozları… Nasıl kederli olmayalım? Bir rüya kadar ışıklıydı bu şehir. Pınarbaşı’nda çimdin buz mu kestin? İki rekât secdeye var Kulağı Kutlu’da ısınır yüreğin. Kanlıdere’de dutlar salkım saçak, tabanın şıradan yapış yapış; bir türkü tutturup ıslıkla tırmandın Bahtiyar Yokuşu’na. Çiftaslan Konağı’nın cumbalarını görüp mazideki düşlere daldın. Gün batarken poyraz okşadı saçlarını, eve vardın. Sofrada bir sini, üstünde çiriş böreği yanında ekşili turşu. Ardından şöyle uzandın damdaki sedire, yanıp yanıp sönen yıldızlar efsunladı gözlerini. Yanındaki bir helke tarhanayı unuttun ışıklardan, cevizi gözün görmez oldu…

 

Kaç talakla boşadık Maraş’ı?

 

Bir insan bir şehri kaç talakla boşar? Mesela, Arasa’nın eyvanlı pencerelerindeki şirin ay yıldız gülümsemiyorsa artık, boşanma sebebi midir bu? Düşmüşse evliyaullahın mezar taşındaki sarığı ya da “Ökkeş!” diye bağırınca dönmüyorsa kimse kalabalıktan? Nedir bir şehri yaşanır yahut yaşanmaz kılan? Koca koca binaları mı yoksa? Diyor ya Taşlıcalı Yahya: “Bâde-nûşân gibi doğru yolumuzdan sapmazız / Avn-i Firavn ile Şeddâdî binalar yapmazız.”

 

Kahramanmaraş’ı düşündükçe ağlayası geliyor insanın. Özleminin acısı, yakınında olmaya icbar ediyor. Her duvarında yankılanıp duran şiirler, her mahallesinde henüz keşfine mazhar olunmamış şairler… Ruhlar geziyor sokaklarında. Biraz şiirden, biraz ıstıraptan yapılma ruhlar. Sokak ve mahalle adları da o ruhların adını taşıyor çoğu kez. Ahmet Hamdi Tanpınar o adlar için şöyle diyor: “Bunlar hakikaten bir şehrin muayyen semt ve mahalle adları yahut tıpkı bizim gibi bir zaman içinde yaşamış birtakım insanların anıldıkları isimler midir? Hepsinin mazi dediğimiz o uzak masal ülkesinden toplanmış hususî renkleri, çok hususî aydınlıkları ve geçmiş zamana ait bütün duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetleri vardır. Hepsi, insanı hayat ve zaman üzerinde uzun murakabelere çeker, hepsi, zihnin içinde küçük bir yıldız gibi.”

 

Ökkeş’siz Maraş

 

Şehir denen şu gergefi insan dokuyor. İlmek ilmek işliyor motiflerini. Eğer bir sanat eseri olacak, bakanın gözünü alacaksa; ipliği parlak, kumaşı sağlam, iğnesi uygun olacak. Nakkaş yoksa gergef de yok. Ökkeş yoksa, Maraş da yok. Ne diyor Nabi o mısraında: “Bende yok sabr-u sükûn, sende vefâdan zerre / İki yoktan ne çıkar? Fikredelim bir kerre.” Bu gergefe nakkaş gerek, sabırlı ve sakin. Nakkaşa gergef gerek, vefalı ve hatırşinas. Tarumar olan öyle imar edilir ancak. Bakınız bir yok daha var elimizde, çünkü âyan olmazsa beyan da yok. Duvarlarında şiirler yankılanan, toprağından şairler nevşünema bulan Kahramanmaraş’ın beyanı, âyansız nasıl mümkün olabilir? Söz, yalnızca söylenen şey değildir. Söz, tutulan şeydir aynı zamanda. Bazen yutulan şeydir nitekim… Söylenecek tutulmazsa, söylenmeyecek yutulmazsa, yazmayalım. Hep birlikte mezar kazalım. Ve bekleyelim şehrimizin selasını… İkindi vaktine müteakip kaldırılmak üzere.

 

Ey vuslat!

 

Vah biz gurbet kuşları, vah! Kaledeki aslanın tepesinde çektirdiğimiz siyah beyaz fotoğrafa, bir sobanın etrafında okuduğumuz şiirlere, yürek yangını sıla hasretine vah! Değil deprem, kıyamet kopsa unutulur mu o sokaklar, ağaçlar, insanlar? Nahırönü’nde bir esnafa dostça baş selamı vermek fecir vaktinde, Tekke’de top oynamak çocukça hislerle, Kaledibi’nde bağıra çağıra şiir okumak umarsızca… Hiç unutulur mu? En acısı da işte tekrarı olmadığını bildiğimiz hatıralar… Gurbet elde boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz. Kafamızda tekrar tekrar oynayan açık hava sineması… Duvara her gün bir çentik, bir çentik daha… Vuslat ne zaman? Cevabı yok. Bir şiir haykırsam belki kavuşuruz diyorum Yahya Kemal’den: “Ey vuslat! O aşıkları efsununa ram et! / Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!”

 

Vuslat ne tatlı şey! Memleket ana kucağı… Anabilen ansın, gelebilen gelsin, kalabilen kalsın. Kalsın ki söz, Maraş’ta yankılansın.

 

Ömer Kara 

 

Evelâhir Sayı - 22