ŞEHRİN DÖNÜŞÜMÜ VE SOSYOLOJİ

 

Şehir, sosyolojinin yalnızca ilgi alanlarından biri değil, aynı zamanda onun kurucu unsurlarından da. Yani sosyolojiye hayat veren şeylerden biri de bizatihi şehrin yaşadığı dönüşüm. Şüphesiz burada özellikle “modern” olarak nitelenebilecek bir şehir örgütlenmesinden söz ediyoruz. Bu ayrımı yapmak bizim için önemli. Çünkü şehrin varlığı bildiğimiz ve dokunabildiğimiz insanlık tarihi boyunca kendisini gösteriyor.1 Dahası şehir, medeniyet kurucu işlevi ile karşımıza çıkıyor. Bizim çokça zikretmeyi sevdiğimiz şekliyle Medine şehir, medenî ise şehirli anlamına geliyor. Medeniyet dediğimiz de öyleyse, eğer kelime kökeninin verdiği ipucunu takip edeceksek, ancak şehirli bir hayat ve örgütlenme ile mümkün olan bir ilişkiler bütünüdür. Kısacası, şehir ile kırsal hayat arasında bir ayrım yapacaksak, şehrin kırsal hayata kıyasla geniş insan nüfusunu örgütleme ve dahası inşa edilen hayata bir gelişim momentumu kazandırma potansiyelinin daha yüksek olduğuna işaret ediyoruz. Şehirden medeniyete giden sıçramayı bu momentumun mümkün kıldığını söylüyoruz.

 

Şehrin insanlık tarihi açısında önemini örneğin Roma İmparatorluğu gibi siyasi örgütlenmelerin kendilerini bir şehir ile özdeşleştirmesinde de görebiliriz. Roma şüphesiz burada sadece şehirlerden bir şehir değil, fakat bugün en canlı metropollerle kıyaslanamayacak şekilde bir güç merkezine karşılık geliyor. Diğer taraftan yine İslam tarihine baktığımızda özellikle bazı şehirlerin belirli özellikleri ile öne çıktığına şahitlik edebiliyoruz. Mekke’yi, Medeni’yi hatta Kudüs’ü Müslümanlar açısından taşıdıkları önem yönüyle ayrı bir yere koymamız gerekiyor tabii ki ama bunların dışında Bağdat, Şam gibi şehirlerin de yine belirli özellikleri ile (ticaret, ilim çevreleri, siyasi merkez) çevresindeki insanları kendilerine doğru çeken bir yapıda oldukları bellidir.2 Demek ki şehrin önemli özelliklerinden birisi esasında bir çekim merkezi olmasıdır ve tarih boyunca bu özellik şehrin ayırt edici yönlerinden biri olmuştur. Yine belirtmek gerekirse şehrin insanları kendisine çekme gücü de temelde yukarıda andığımız momentum üretme kapasitesi ile ilgilidir.

 

İnsanlık tarihi boyunca şehrin bu önemine dikkat çekmekle beraber şunu da belirtmemiz gerekiyor: Şehirlerin toplumsal hayatı bütün yönleri ile kuşattığını biz ancak geç bir dönemde göreceğiz. Yine aynı örneği vermek gerekirse, Roma siyasi bir güç merkeziydi ama İmparatorluğun altında insanların önemli bir kısmı bu güç merkezinin ya da şehirlerin dışında yaşıyordu. Bunun önemli bir sebebi şehrin yapısı itibari ile sürekli beslenmesi gereken bir mekân olmasıdır. Şüphesiz ticaret bu beslenme ihtiyacını sağlayan önemli bir araçtır. Bu çerçevede şehir insanlar kadar malların da sürekli olarak toplandığı ve dağıtıldığı bir yapıya sahiptir. Fakat toplanan ve dağıtılan malları ortaya çıkaran üretim süreci düşünüldüğünde şehrin bu konuda belirli handikaplar içerdiği de açıktır. Şehrin içinde geniş üretim alanları, ki bu noktada tarımsal üretimi ve hayvancılığı kastediyoruz, oluşturmak mümkün değildir. En fazla yapabileceğiniz, bu üretim alanlarını mümkün mertebe şehrin etrafında yakın bölgelerde oluşturmaktır, ama coğrafyanın kısıtlarına göre bunu da ancak sınırlı bir ölçüde gerçekleştirebilirsiniz. İnsan topluluklarının coğrafya ve iklimin etkisine çok daha açık olduğu bir zaman diliminde, bu kısıtları aşabilmek ise kolay değildir. Bu durum aynı zamanda, özellikle tarımsal üretimin bir toplum için zenginlik üretme kapasitesinin çoğu zaman zanaatkarlık ve ticaret gibi diğer çalışma alanlarına kıyasla daha fazla olmasını da beraberinde getirmiştir. Bütün bunlar dikkate alındığında, her ne kadar özellikle insan topluluklarını örgütleme konusunda bir merkez oluşturması yönüyle şehrin siyasi gücü temerküz edebilmesine rağmen, üretime dayalı iktisadi hayat söz konusu olduğunda aynı beceriyi kolaylıkla gösteremeyeceği anlamına gelir, üstelik bu söz konusu siyasi gücü elinde bulunduranlarca arzulanır bir durum da olmamıştır.

 

Üstelik, üretim alanında karşılaşılan bu kısıtlılıkların ötesinde, yoğun insan kitlesini şehre çekebilmek için bunun üstesinden gelebileceğiniz bir altyapı örgütlenmesine de sahip olmanız gerekir. Bunu yapabilmek için ise kol gücü, teknolojik araçlar ve bunları finanse edecek zenginliğe sahip olmalısınız. Burada karşımıza, söz konusu örgütlenmeyi gerçekleştirebileceğiniz belirli bir insan nüfusu eşiği çıkar. Kuruldukları bölgeye göre bu eşik değişebilmekle beraber, şehirlerin tarih boyunca bu çıtayı aşmaları kolay olmayacaktır.

 

Peki, nasıl oldu da yüzbinlerce ve hatta milyonlarca insanı aynı anda bugün içinde yaşadığımız şehirlere sığdırabilmek mümkün hale geldi? Esasında bu tekraren karşımıza çıkan bir soru. Sürekli şikayet edilen altyapı problemleri bugün hâlâ bu kısıtları aşmada belirli sıkıntılar yaşadığımız anlamına geliyor. Yine de söz konusu şikayetlerin şehrin sürekli gelişime açık yapısından kaynaklandığını da söylemek gerekiyor. Şehrin içinde altyapısal problemler ancak belirli bir süreliğine çözülebiliyor. Nüfus arttıkça, şehir büyüdükçe üretilen çözümlerin yenilenmesi gerekiyor. Bir anlamda modern hayatın sürekli değişime dayalı yapısı, kendisini şehrin içinde yeniden üretiyor. Şehir değiştikçe çözümlerinde de değişmesi gerekiyor.

 

Yine de bugünkü şehirleri düşündüğümüzde, insanlık tarihindeki geçmiş dönemlere göre yukarıda söz ettiğimiz eşiğin ciddi bir oranda aşılabildiğini de belirtmeliyiz. Bu eşiğin aşılması ise bizim modern toplum dediğimiz ilişkiler bütününü mümkün kılan “büyük dönüşüm” aracılığıyla gerçekleşmiştir. Avrupa toplumlarına baktığımızda; artan nüfus, toplumsal örgütlenmenin genişlemesi, açılan tarım arazileri ve yeni tekniklerle tarımsal üretim artmış ve daha kolay ulaşılır hâle gelmiş, fakat zamanla tarım topraklarında kırsal nüfusun barınamaması bir insan hareketliliğini beraberinde getirmiştir. Bu insanlar, üretim biçiminin değişmeye başlaması ile 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında Avrupa şehirlerinde işçi hâline gelecektir. Bu noktada iki husus dikkati çekiyor: Birincisi, endüstriyel üretimin zenginlik üretme kapasitesinin tarımsal üretimin artık kıyaslanamayacak bir şekilde önüne geçmesi, geçmiş toplumsal örgütlenmeyi kökten değiştirecektir. Artık siyasi gücün yanı sıra iktisadi ilişkilerin de şehirde temerküz ettiğini rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Şehirli-köylü ayrımı artık yerini, en azından Avrupa’da şehir içindeki üretime dayalı farklı topluluklar arası ilişki ve gerilimlere bırakacaktır. Diğer taraftan ise yoğun bir nüfusun şehirlere göç etmesi ile şehirde altyapı ve konut ihtiyacının bir anda belirdiğini görmek mümkündür. Avrupa şehirleri bu konuda çok hazırlıklı değillerdir ve bu da ciddi problemlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır

 

İşte artık bu noktada sosyolojinin yavaş yavaş hikâyeye dahil olmaya başladığını görebiliriz. Sosyoloji, şüphesiz sadece bu sebeple değil, ama güçlü bir etken olarak şehirlerdeki bu dönüşümü tanımlayabilmek için ortaya çıkmış bir bilimdir aynı zamanda. İster 19. yüzyılın ilk yarısında disipline adını veren Auguste Comte’a ister daha sonrasında gelen ve bizim klasik sosyologlar olarak nitelediğimiz başta Karl Marx, Max Weber ve Emile Durkheim gibi isimlere bakalım, şehrin önemli bir toplumsal sorun olarak karşımıza çıktığını görürüz. Esasında 19. yüzyılda bir başlık olarak “toplumsal sorun” (sosyal mesele) olarak adlandırılan başlık, şehir merkezli bu yeni örgütlenme içinde başta işçiler olmak üzere insan topluluklarının yaşadığı sıkıntıları tanımlamayı ve ona müdahale etmeyi içerir. Sosyolojinin gelişimi bu “toplumsal sorun” başlığından da fazlası ile beslenecektir.

 

Daha önceleri şehrini dönüşümü ve sorunları ile direkt ilgilense bile bunu ayrı bir başlık olarak kullanamayan sosyoloji teorileri, özellikle 19. yüzyılın sonundan itibaren “şehir”i özel olarak çalışılması gereken bir alan olarak da görmeye başlamıştır. Ferdinand Tönnies’in cemaat ile cemiyet3 , Emile Durkheim’in geleneksel ve modern toplum arasında4 yaptığı ayrım esasında kırsal ve şehirli örgütlenme biçimleri arasındaki farkı konu etmektedir. Özellikle Durkheim’in örgütlenme değiştiren bireylerin içine düştükleri değer uyuşmazlığı meselesine odaklanması, şehir insanının yeni bir pencereden konu edilmesi anlamına gelir.

 

Zira şehir hayatı geliştikçe, maddi olduğu kadar manevi bir dönüşümün kapısının da açıldığı ve zaman zaman teknolojik gelişme karşısında yozlaşma tehlikesinden yakınıldığı da görülecektir. Bu çerçevede Georg Simmel’in şehirde yaşayan tipleri belirginleştirmeye çalıştığı metinleri5 yine önemli bir basamak olabilir. Nitekim Simmel’in etkisi daha sonradan ABD’de şehir hayatına odaklanan bir sosyolojiyi hayata geçiren Chicago Okulu’nun çalışmalarını da ciddi olarak besleyecektir.6 Diğer taraftan Max Weber, “Şehir” başlıklı metni7 ile Batı şehirlerinin doğuşunu kapitalizm merkezinde ele alacaktır. Yüzyıl içinde şehir sosyolojisinin, şehir hayatının dönüşümü ile alanını çeşitli başlıklarla daha da genişlettiğine şahit oluyoruz.

 

Şüphesiz Türkiye söz konusu olduğunda ise Batı toplumlarıyla paralel fakat onlardan belirli noktalarda farklılaşan bir yaklaşımla meselenin ele alınması gerektiği açıktır. Öncelikle şehirleşme olgusu Türkiye’de 1950’ler gibi nispeten geç bir tarihte gerçekleşmiş ve kendisine has sorunları da beraberinde getirmiştir. Buna paralel olarak özellikle 1960’lardan itibaren sosyologların da konuya ilgi göstermeye başladığını görüyoruz.8 Bugün nüfusun yüzde 90'ının şehirlerde yaşamaya başladığı fakat köy ile bağın da tam olarak kesilmediği, şehirleşmenin paralelinde kentsel dönüşüm, iş piyasasının dönüşümü, nüfusun mekânsal dağılımı gibi meselelerin ağırlıklarını gittikçe daha fazla hissettirdiği bir dönemde şehir sosyolojisi çalışmaları daha da yoğunluk kazanmıştır.

 

M. Fazıl Baş

 

Evelâhir Sayı - 20