SEMA BAYAR: “KIMI ŞEHIRLER HAYAL KAPISIDIR.”

 

Kimi şehirler insana bir başka hayatın mümkün olduğunu fısıldar. Kimi şehirler vakitsiz ayrılıklara yazgılıdır. Metropollerin boğazından koca yük gemileri geçerken onların kursağından geçen sadece kara bir trendir.

 

Sizce şehir nedir? Ne olmalıdır? Birkaç cümle rica etsek…

 

Şehir hayata karıştığımız yer, bizi şekillendiren eldir. Bozkır bize sonsuzluk bilincini bahşeder. Deniz kokan şehirler imgelerimize el uzatır. Yalçın dağlar, karlı tepeler tabiatın hırçın yüzünü gösterirken içimizdeki savaşı tutuşturur. Şehrin tabiatı huyumuza suyumuza karışır. Tarihi bizi hizaya çeker. Şehrin karakterinden payımıza düşeni alır, onunla sivrilir, onunla törpüleniriz. Dünyaya hangi pencereden baktığımızı biraz da içinde yaşadığımız şehir belirler. Her şehrin bir kıymeti vardır elbet. Sadece yüreği hançerlenen şehirlere üzülürüm. Kendiliğinden büyürken bir anda göze gelen, hormon verilmiş meyve gibi çatlayan, hikâyesi kursağında kalan, silueti açgözlü müteahhitler eliyle bozulan şehirler hüzünlendirir beni.

 

Bir şehir yavaşlamalıdır benim için. Zamanla ilişkisi sakin olmalıdır. Tarihinden koparılmamalı, tüketim nesnesine dönüştürülmemelidir

 

Şehirle insan arasında görünür görünmez bağlar vardır. İnsana iyi gelen o şehre uzaktan bakabilme becerisidir. Şehri anlamanın, anlamlandırmanın bir yolu da o şehirden çıkmaktır. Görmek için uzaklaşmak, onu bir çerçeveye oturtmak gerekir. Hikâye de böyle başlar; ya şehre koşarak bir adam gelir, ya parmaklarının ucunda bir kadın hikâyesinden sessizce çekilir

 

Öykücü Sema Bayar’ın şehirlerini merak ediyoruz. Hangi şehirler için “benim şehrim” dersiniz? Neden?

 

İstanbul benim şehrim. Onun dışında her yer “Eksik bir İstanbul” gibi gelir bana. Bu söz aslında Cihan Aktaş’a ait, Şehrazat Balkonda kitabından. Fakat okur okumaz benim için söylendiğini hissettim. Gördüğüm yerleri İstanbul’a kıyaslar, bir şehri seyrederken onu referans alır, bakışımı İstanbul’la bilerim. Bütün bir insanlık tarihi onun sokaklarında gizlidir. Yetmiş iki millet gezer caddelerinde. Şehrin boğazından koca yük gemileri geçerken, ciğerleri nefes alıp verir; her nefeste kırık hayalleri yutar. Sonra başka umutlar yeşerir şehrin iki yakasında.

 

İstanbul bir veçhesiyle zamanın saklandığı bir mikâptır. Anı dondurur, geçmişi ve geleceği bir arada yaşar, yaşatır. Diğer bir yönüyle zamanı yiyip bitiren bir heyulaya dönüşür. Zamanı öğütür, insanı öğütür, yarını öğütür. Belki bu gerilim, bu açmaz çeker beni.

 

Yitip gidebildiğim şehirleri, bir mahallesinde ölüp bir başkasında yeniden dirildiğim kentleri severim. İstanbul biraz da budur. Sonlara ve başlangıçlara yazgılıdır. O kalabalık âdem etiyle beslenir. İnsanı görünmez kılar. Anadolu ile özdeşleşen yadırgamalarla, yargılayıcı bakışlarla muhatap kılmaz seni İstanbul. O, farklılıklarıyla zenginleşir. Fatih’te selatin camilerden okunan ezanlara Pera’dan çan sesleri eşlik eder. Divan Yolu’nda Ziya Gökalp ile Abdülhamit’i komşu kılar. Toprağın üstünde didişenleri, toprağın altında buluşturur.

 

Suriçi bir başkadır, Beyoğlu bir başka, ya Üsküdar... Her şehrin bir sesi, musikisi vardır ya. İstanbul’un her semtinde değişir melodi. Adalarda Kürdilihicazkâr peşrev duyulur, Beyoğlu biraz vals biraz “Yine Bir Gülnihal”dir. Fatih İtri’dir en çok. Üsküdar, cânım Üsküdar hisarbuselik.

 

Öykü mekân/şehir ilişkisini sorsak, neler söylemek istersiniz? Öyküde mekân sadece tasvirden mi ibarettir?

 

Romanı diğer türlerden ayıran temel dinamiklerden biri nasıl ki merkezse öyküde de atmosfer başat unsurdur. Yazar kimi zaman dili, kimi zaman mekânı kimi zaman da nesneyi atmosferin neferi kılar, onun hizmetine verir. Mekânın atmosfer yaratmada yükü omuzladığı öyküler yazıldı. Ülkü Tamer’in Allaben Öyküleri, Mitat Enç’in Uzun Çarşının Uluları mekân ve atmosfer uyumunun en bariz ve belki de en güzel örneklerinden. Mekânı aktarmak istediğiniz anlamın, yaratmayı arzuladığınız atmosferin bir cüzü olarak görüp değerlendirdiğinizde mekân sadece bir mekân olmaktan çıkar. Betimlemeleriniz, tasvirleriniz hikâyeye omuz verir. Karakterin duygusuyla kol kola girer, keşfettiğiniz ve kelimelere döktüğünüz o insanlık hâllerinden nasibini alır. Dişlerini sıkan evler görürsünüz, gözlerini arsız âdemoğlullarına diken huş ağaçlarıyla tanışırsınız.

 

Kimi şehirler hayal kapısıdır. İnsana bir başka hayatın mümkün olduğunu fısıldar. Kimi şehirler vakitsiz ayrılıklara yazgılıdır. Metropollerin boğazından koca yük gemileri geçerken onların kursağından geçen sadece kara bir trendir. Vagonlar çuval çuval umut taşır; mektepli çocuklar, gelin olmuş kızlar, rızkının peşinde babalar, asker ocağına giden delikanlılar taşır. O zaman mekânın sesine kulak verir, onun hikâyesi ile kelimelerinizi buluşturursunuz. Ve her öykü kendi atmosferi, kendi mekânı ile gelir size.

 

Yaşar Kemal için Çukurova’nın, Sait Faik için İstanbul’un, James Joyce için Dublin’in anlatıcıları denir. Örnekler çoğaltılabilir. Sema Bayar’ın böyle bir planı, isteği var mı? Yazarken aklınıza bir mekân gelir mi?

 

Nesneleri çizgilerinden, zamanı çeperlerinden, mekânı kendinden taşıran öyküler kaleme almayı seviyorum. Biraz önce de belirttiğim gibi mekânı atmosferin yüklenicisi olarak görüyor, karakter/mekân uyumuna dikkat etmeye çalışıyorum. Bu mekân kimi zaman bir fotoğrafhane, kimi zaman bir istasyon kimi zaman “ağaçların ve baykuşların birbirine sokulup boy verdiği, cevapsız soruların sorulduğu, aynı sessizliğe muhatap kalmaktan her şeyin birbirine benzediği bir orman.” şeklinde çıkıyor karşıma.

 

Kimi zaman da ismi cismi zikredilmese de görüp geçemediğim, sokaklarında yittiğim, bana kendi hikâyesini anlatan bir şehir oluyor. Vakitsiz Ölüler Yurdu’nda dikkatli bir okuyucu İstanbul’un sesini duyacak, sur dibinde soluk alıp verecek, kimsesiz mezarlıklarda gezecek, adaların işret âlemlerini seyre dalarken Fatih’in sokaklarında dünya ve ukba perdesinin inceldiği o çizgiyi keşfedecektir. Yine adı konmasa da Kastamonu’dan Erzurum’a başka şehirlerin de satır aralarında nefes alıp verdiğini sezecektir. Söz konusu şehir tercihleri elbette bir plan dâhilinde neşet etti. Fakat bu, kendi sınırlarını dayatan, mekânı sınırlandıran bir plan değil. O yüzden ileride bir şehirle özdeşleştirileceğimi pek düşünmüyorum. Zaman ne gösterir, onu ben de sizinle birlikte göreceğim

 

İlk kez gittiğiniz bir şehirde nelere dikkat edersiniz? Çarşı, esnaf, camiler, sokaklar…

 

Önce o şehrin kokusu karşılar beni. O kokuya dikkat kesilir, burnum önde ben arkada dolaşmaya çıkarım. Kimi buram buram tarih kokar, kimi hüzün, kimi pürneşe. Tarihî mekânları es geçmemeye özen gösteririm. Müzelerini, camilerini adımlar varsa doğal güzellikleri seyre dalarım. Anadolu özelinde tarihî camilerden küçük mahalle camilerine kadar mabet elinde şekillenen, halka halka büyüyen şehirleri ben de o camiyi merkeze alarak gezmek isterim. Bir şehri size yakın kılan unsurlardan biri de çarşılarıdır. Şehir Meydanları ve çarşılar, daha küçük bir yerdeyseniz kahvehaneler size o şehrin hikâyesini fısıldar. Ben bilinmedik sokaklarda gezmeyi, pencere kenarında, kapı önlerinde oturan teyzelere laf atmayı da sevenlerdenim. Anadolu insanı alicenap ve misafirperverdir. Onların her gün gördüğü sokaklara hayret makamından süzülen bakışlarınızı yakalar, sizi bir soğuk ayran yahut çay içmeye davet ederler. Bu fırsatları hiç kaçırmam. Bir de mezarlıklar. İnsanın hayata bakışını şekillendiren şey ölüme yüklediği anlamdır. Tarihî mezarlıklar bu açıdan inanılmaz ilgilimi çeker. Hele İstanbul, Bursa, Edirne gibi imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehirdeysem rotam muhakkak hazirelere, mezarlıklara çevrilidir.

 

Mutlaka gidin görün tavsiyesinde bulunacağınız şehirler var mı? Hangileri?

 

İstanbul elbette. Onun yanına Bursa. Bursa’da yaşamadım, bir hatıra biriktirmedim fakat ona karşı özlem doluyum. İnsanın canı bir şehri çeker mi, benim Bursa’yı çeker. Her sene bir şekilde yolumu düşürürüm. İznik muhakkak görülmesi gereken bir şehir. İzmir bir başka sevda. Konya’nın ayrı bir yeri vardır gönlümde. Kastamonu da beni kendine hayran bırakan şehirlerden. Erzurum ve Sivas’ı da eklemem gerek. Karadeniz’de de Ordu’ya meftun oldum. Burada durmazsam tek tek bütün Anadolu’yu sayabilirim.

 

Kahramanmaraş’a hiç gittiniz mi? Kahramanmaraş sizde neler çağrıştırıyor?

 

Maraş’a yıllar önce gittim. Bir şehrin kokusu insanı nasıl sarıp sarmalar, kendine çeker orada öğrendim. Kendine has bir dokusu olan şehirlerden Kahramanmaraş. Tabii üzerinden seneler geçti. Ama bende kimliği ve kişiliği olan bir şehir intibaı bıraktı. Hani kimi şehirler büyük kırılmalar yaşar, büyürken kendinden kaçar, kendine yabancılaşır, kendinden uzaklaşır. Maraş öyle değil. Orada her şey kendi yatağında, kendi akışında. O doğallık bozulmamıştı ben gittiğimde, umarım hâlâ öyledir.

 

Söyleşi: Ömer Yalçınova

 

Evelâhir Sayı - 20