SEYHAN ARSLAN: “ŞEHIRLER TARIHE YASLANMALIDIR.”

 

Mazisi olmayan, yapay şehirleri sevmiyorum. Bir şehir ne kadar eskiye dayanıyorsa o kadar şehir. Tarih çok bilmem ama şehrin kuruluşu Selçuklu’ya, Anadolu Selçuklu’ya veya Beylikler dönemlerine kadar dayanıyorsa orası şehirdir.

 

Şehir deyince ne anlıyorsun? Aklına ilk neresi geliyor? Neden?

 

Bozkır olmayan yer… Aklıma ilk gelen şehir; evim neresiyse orası benim şehrim. Dünyanın en güzel şehri bile olsa orada evim yoksa yaşamak istemiyorum. Muhtemelen biraz köksüzlükten kaynaklanıyor bu. Annemler Rize’den çıkıp Terme’ye yerleşmişler. Babamın babası Maraşlı’dan önce Bayburt’a sonra Haymana ve arkadaşlarının “Buralar çok güzel!” diye haber salmasıyla Mahmudiye’ye yerleşmiş. Mahmudiye Eskişehir’in küçük bir köyü o zamanlar. 1949’da ilçe oluyor. Memleket kavramı çok karmaşık benim için. Bir şekilde çok yerliyim. “Bizim orada şöyle söylenir ya da bizim orada bu şöyle yapılır” derken buluyorum kendimi ama bizim orası dediğim yer neresi acaba?

 

Edebiyatla şehir arasında bir bağlantı var mı? Şiirde mekan konusuna dair neler söylersin?

 

Şiirle şehir arasında illaki bir bağ var. Edebiyat bence kalabalıkta meydana çıkar; kalabalık ve karmaşada. Sadece edebiyat değil sanat ve bilimsel yaratıcılık da kalabalıktan çıkar ve beslenir. Her şeyin hep aynı olmasından hiç sıkılmayan, ruh dinginliğine sahip şiirle, sanatla bir hobi olarak belki ilgilenir.

 

Seyhan Arslan şiiriyle yaşadığı şehirler arasında bir ilişki var mı? Bursa mı senin şiirinde daha belirleyici oldu, yoksa İstanbul mu?

 

Seyhan Arslan şiiri bozkırda doğdu doğal olarak. Bozkır beni öldürüyor çünkü. Beni Bozkır’ın ortasına bırakın, hızlı olsun diyorsanız, fonda caz çalsın çabucak ölürüm. O durağanlık, o kahverengi tonları, toz, zaten hiç kurtulamayacağım sıkıntıyı dayanılmaz hâle getiriyor. Kurtuluş: şiir. Bursa’ya üniversite için gittim. Kasabadan çıkmanın en meşru yoluydu üniversite kazanmak. Şiir şiir şiir! Ne kadar mutsuzsan ne kadar acizsen o kadar şiir. Şiirim Bursa’da ergenliğini yaşadı, bence; ilk şiirlerimdeki beni kimse anlamasın/beni kimse anlamıyor ikilemi çok net görünür. Tam ergen tavrı. Sonrası İstanbul yetişkinlik dönemi. Bence ilk dönem babamın ölümü, ikinci dönem annemin ölümü, üçüncü dönem mutsuzluğun bir kader olmadığını anlamam, dördüncü dönem, evlat acısı.

 

İlk kez gittiğin bir şehirde nelere dikkat edersin? O şehirde ilk dikkatini çeken şeyler ne olur?

 

Mazisi olmayan, yapay şehirleri sevmiyorum. Bir şehir ne kadar eskiye dayanıyorsa o kadar şehir. Tarih çok bilmem ama şehrin kuruluşu Selçuklu’ya, Anadolu Selçuklu’ya veya Beylikler dönemlerine kadar dayanıyorsa orası şehirdir. Merkezi önemli. Siteler kısmını sevmiyorum. Siteler siteler… Uzun geniş korunaklı ve hangi şehirde olduğunuzu size hissettirmeyen siteler bence korkunç. Ha site içerisinde yaşayan birine gidince, ya güzel, konforlu, güvenli vs. Aslında niye mızmızlanıyorum ki diyorum ama bence bir şehri öldüren iki şey var: biri site kültürü diğeri AVM’ler. Tanıdıklarımın olmadığı bir yere gitmek istemiyorum. Mesela benimle turistik geziye gitmeni hiç tavsiye etmem. Şehirleri değil, içindeki insanları, yaşanmışlığı merak ediyorum. Bozkır bile olsa içinde tanıdıklarım, sevdiklerim varsa giderim. Ama evime istediğim an dönmek kaydıyla.

 

Görmek isteyip henüz göremediğin bir şehir var mı? Neresi orası?

 

Bu soruya Petersburg cevabı verebilirim, “artizlik” olsun diye ama esasen cevap: yok.

 

Kahramanmaraş sevdanı biliyorum, bunun şahidiyim. Bu sevda ne zaman ve nasıl oluştu?

 

Eşim Baki, Maraş’ta askerlik yaptı. Maraş’ı bizi ayıran değil, kavuşturan yer olarak algıladım. İlk andan itibaren. 2007 Aralık-2008 Mayıs arası üç haftada bir Maraş’a gittim. Bilinçaltında şu varmış sanırım: Babamın Maraşlı köyünden olması. Birine niye âşık olduğunuzu anlatamamak gibi Maraş’ı sevmem. Seviyorum nokta.

 

Deprem sonrasında da defalarca Maraş’a gelmiştin. Deprem ve Maraş deyince gözlem ve yorumlarını merak ediyorum.

 

Bir kere şair olduğumu unuttum. İnsan şairim şairim diye yaşamamalı. Uzun bir dönem yaptım bunu, şair olduğumu hep aklımda tuttum, her yerde şiir aradım. Böyle böyle büyük şiir yazabileceğimi zannettim. Ne zamanki şiir şiir şiir demeyi bıraktım, ondan sonra bence çok daha iyi şiirler yazdım. 6 Şubat 2023 sabahından itibaren aylarca -bence hâlâ etkisi sürüyor- hayata bakışım değişti. Hayatla zaten ince olan bağımı bile unuttum. Hiç ağlamadım biliyor musun; herkes burada deprem bölgesinden uzakta hüngür hüngür ağlarken benim aklıma ağlamak gelmedi, elime kalem almak da. Sadece “dünya tozu” diye bir şey dolandı kafamda: “dünya tozu dünya tozu”.

 

Deprem bölgesinde insanı görüyorsun, insanın iç yüzünü görüyorsun aslında. Bu tip büyük felaketler insanın kabuğunu çıkarıyor ve içini gösteriyor sanırım. Felaketi yaşayan, felaketi duyan her tarafın kabuğunu sıyırıp atıyor, hani şey gibi, deprem bölgesinde asıl gördüğüm oydu sanırım, şey deriz ya yaşlı insanlar huysuz olur. Gençliğinde törpülenmemiş, sadece bastırmış huysuzluklar, yaşlanınca hortluyor ya mesela. Baskın huylar, bu tip felaketlerden sonra palazlanıyor. Olumlu ya da olumsuz. Acizlik diz boyuydu (diz boyu az kalır, acizliğe gömülmüştük). Tabii ki yani biz deprem bölgesi dışında olanlar için de bu böyleydi, içinde olanlar için de. Sadece acizlik diyemiyorum, çok daha korkunç bir şey yani evsizlik, köksüzlük. En basiti/en korkuncu paranın beş para etmediği zamanlar yaşamak.

 

Ben artık tamamen Maraşlıyım, bana öyle geliyor. Maraş’ta tanıştığım gönüllü arkadaşlarım var kırk yıldır birlikteymişiz gibi. Hala görüşüyoruz onlarla. Maraş’ta teklifsiz kapısını çalabileceğim arkadaşlarım var artık. Türkoğlu… Zaten nüfusumu Türkoğlu’na aldırsam kimse itiraz etmez diye düşünüyorum. Yakın olsa, 3-4 saatlik mesafede bir yer olsa, yılda kaç kere hani gidip iki bardak çay içeyim döneyim isterim. O kadar özlüyorum.

 

Eylem insanı olduğum söylenemez, yani ben kendimi en azından öyle değerlendirmiyorum. Tembel olduğum bile söylenebilir, üşenirim. İşi benden daha iyi yapacak biri varsa, böyle ortaya atladıysa, kenara çekilirim tamamen, tembellikten ama 6 Şubat‘ta bir şey oldu yani başkaları gitsin, başkaları yapsın diyemedim. Gidince ne yapabileceğimi de bilmiyordum açıkçası. İlk gittiğim yer İskenderun’du. Orada bir hafta kadar kaldıktan sonra geri döndüm ama uyum sağlayamadım. Gerçekten uyum problemim oldu, sürekli fırsat kolladım. Ben tekrar gitmeliyim, tekrar gitmeliyim, burada durmamalıyım, evimde kocam, oğlum, kızım bensiz de idare eder yani, ben orada olmalıyım. Bununla ilgili çok eleştiri de aldım. Oğlum Selim LGS’ye girecekti. “Nereye gidiyorsun” dediler, “Nereye gidiyorsun çoluk çocuk var, kendi çocuklarını düşün…” Ama orayı gördükten sonra insan burada neyini düşünecek ki... Baki ve çocuklarım sonuna kadar destek oldular, haklarını teslim etmem lazım.

 

Geçen sene Kurban Bayramı’ndan önce gittim Maraş’a. Maraş, Türkoğlu, İskenderun… En son İskenderun’da arabayı park ettim ve 6 Şubat’tan beri ilk kez ağladım. Nasıl bir ağlamak! Sanırım çok hisli bir insan değilim. Ya deprem oldu ve herkes kocaman kocaman şiirler yazmaya başladı, şiirler yazdı. Ben şair olduğumu unuttum ya da şöyle diyeyim şair olmak sadece şiir yazmak değil. Şiir yazmak, şairin aklını başında tutma yolu.

 

Söyleşi: Ömer Yalçınova

 

Evelâhir Sayı - 21